İslâm’da müşrik kadın ve erkekle evlenmek caiz değildir ve böyle bir nikah akdi geçersizdir. Âyette, zina etmiş müslümanla evlenmenin çirkinliği de belirtilmiş olduğu kabul edilmekle birlikte, âyetin nüzûl sebebi ve diğer deliller dikkate alınarak, İslâm alimlerinin çoğunluğunca böyle bir nikâh akdinin geçerli olduğuna hükmedilmiştir.
6, 7, 8 ve 9. âyetlerdeki uygulama, İslâm aile hukukunda «liân» terimi ile ifade edilir. Karısının zina suçu işlediğini iddia eden bir koca, eğer iddiasını isbat için dört şahit getiremezse, karı ve koca hakim huzuruna celbedilerek liâna davet edilir. Her iki taraf da doğruluklarını bu ifadelerle beyan ederlerse, erkek iftira (kazf) cezasından, kadın da zina cezasından kurtulur ve bu şekilde evlilik bağı sona erer.
Bu ve bundan sonraki 9 âyetin inzâline sebep teşkil eden ve «ifk (iftira) hadisesi» diye bilinen olay kısaca şöyledir: Hz. Peygamber’in bir askerî seferine Hz. Âişe de katılmıştı. Dönüşte bir ara Hz. Âişe ihtiyacını gidermek için çekildiği bir köşede gerdanlığını düşürmüş, sonra bunun farkına vararak aramaya gitmişti. Bu arada, birlik Hz. Aişe’yi devesinin üstündeki hevdec adı verilen kapalı, yuvarlak ve üstü kubbeli kafesi içinde sanarak konaklama yerinden ayrıldığı için Hz. Âişe orada kaldı. Orduyu geriden takip etmekle görevli bir zat, Hz. Âişe’yi alarak birliğe yetiştirdi. İçlerinde münafıkların önde gelenlerinden Abdullah b. Ubeyy’in de bulunduğu birkaç kişi, bu hadiseye dayanarak Hz. Âişe ile onu birliğe yetiştiren kişi arasında ilişki cereyan ettiği iftirasını uydurdular. Bu iftira Hz. Peygamber’i oldukça üzmüştü. Bu sırada zaten rahatsız olan Hz. Âişe, hakkında böyle bir iftira uydurulduğunu bir müddet sonra öğrenmiş ve büyük bir ızdıraba boğulmuş; artık, kendisi gibi kederli olan ailesine, babası Hz. Ebubekir (r.a.)’in evine gitmeyi tercih etmişti. Bu arada Hz. Peygamber (s.a.) zaman zaman Hz. Ebubekir’in evine giderek, onlardan Hz. Âişe’nin sıhhatini, hal ve hatırını sorardı. İşte yine böyle bir ziyaret sırasında ve iftira olayının vukuundan takriben bir ay sonra Âişe validemizin masumiyetini ifade eden bu âyetler inzâl buyuruldu.
Hz. Âişe’ye iftira edenlerden biri de, Hz. Ebubekir’in, himayesini ve bakımını üzerine aldığı Mıstah adlı bir kişi idi. Bu hadise üzerine Hz. Ebubekir, bir daha bu adama maddi yardımda bulunmayacağına dair yemin etti. İşte, müfessirlere göre, bu âyette hem Hz. Ebubekir (r.a.)’in faziletine işaret edilmekte, hem de ona ve diğer müminlere, Allah rızası için yapageldikleri yardımları kesmemeleri öğütlenmektedir.
Bu âyette kadınlara, teşhir etmeleri yasaklanan «zînet»ten maksadın ne olduğu konusunda farklı görüşler vardır: Bir görüşe göre bu zinetten maksat, küpe, bilezik, yüzük ve gerdanlık gibi süs takıları ile sürme, kına gibi şeylerdir. Bu yoruma göre bu tür zinet eşyasının bedende teşhiri kadınlar için haramdır. Elbise de zinet olmakla beraber, gizlenmesi mümkün olmadığı için âyette diğerlerinden istisna edilmiştir. Ancak, daha kuvvetli bir görüşe göre âyetteki «zinet» tabiri, kadının vücudunu ifade eder ki, buna göre yasaklanan, süs eşyalarının teşhiri değil, vücudun teşhiridir. Bu yasaklamadan istisna edilen «görünen kısım» ise, kadının yüzü, elleri ve -bir görüşe göre- ayaklarıdır.
Mükâtebe, köle veya cariye ile efendisi arasında yapılan bir akid olup, bu akidde köle veya cariye, belli bir bedel ödediği takdirde efendisinden, kendisine hürriyetini vermesini ister veya aynı teklifi efendisi ona yapar. Üzerinde anlaşmaya varılan bu bedel hazır ise köle bu bedeli hemen ödemek, değilse, efendisinin kendisine tanıdığı bir süre içinde temin ettikten sonra ödemek şartıyla hürriyetine kavuşur.
Bu âyette, «Allah’ın size vermiş olduğu malından siz de onlara verin» buyurulmakla, insanın elindeki malın asıl sahibinin Allah olduğu, şu halde Allah’ın malından köle ve cariyelere de vermek suretiyle onların hürriyete kavuşmalarını kolaylaştırmanın dinî, ahlâkî ve ictimaî bir vazife olduğu ortaya konmaktadır. Bu vazife, İslâm’ın, asırlarca uygulanagelen ve bir çırpıda tasfiyesi mümkün olmayan kölelik müessesesini ortadan kaldırmak için almış olduğu bir dizi tedbirden biridir.
Allah’ın nûr olmasının manası, bütün âlemin ve âlemdeki bütün hissî nûrların ve idrak edici güçlerin yaratıcısı ve icat edicisi olmasıdır. Şu halde, nûrdan asıl umulan aydınlatma, açığa çıkarma, tecelli ve inkişaf manalarının temeli, nûrdan ve nûru alandan çok, nûru yapıp yaratana ait olacağı için «Nûr» ismi Allah’a daha lâyıktır. Ancak, bundan dolayı nûru yaratana «Nûr» denilmesi, lisan bakımından hakikat değil, mecazdır.
İman, insanın hayatına ve bu hayat süresince sarfettiği gayretlere, yapmış olduğu işlere bir mana ve değer katan yegâne âmildir. Çünkü inanan insan, bütün amellerini, faaliyetlerini üstün bir gaye için, Allah rızası için yapar; üstün bir talimata, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun olarak yapar; nihayet yaptığı her işten dolayı ince bir hesap vereceği kaygı ve disiplini içinde yapar. Halbuki inançsız insanların faaliyetleri, bu iman ve sorumluluk disiplininden yoksun olduğundan -âyette de veciz bir teşbih ile ifade buyurulduğu gibi- boş, değersiz ve anlamsız bir meşguliyetler yığınından ibaret olmakla kalmaz, fazla olarak sahibini ağır bir sorumluluk ve hesabın altına sokar.
Bu âyet de kâfirlerin imansızlık buhranlarını, engin bir denizde boğulmak tehlikesiyle karşı karşıya bulunan insanın haline benzetiyor. Okyanusların doğru dürüst bilinmediği, diplerinin keşfedilmediği, bir yerde ve zamanda Resûlullah’ın tebliğ ettiği bu âyet, okyanusların diplerindeki farklı karanlık tabakalardan bahsetmekte ve Kur’an mucizesine ayrı bir delil teşkil etmektedir.
Bu âyet göstermektedir ki sırf lisanen «Allah’a ve Peygamber’e inandım» demek, mümin olmak için yeterli ve geçerli değildir. Bu, münafıkların tutumudur. Müminler ise, dilleri ile söylediklerine kalben de inanır; ayrıca ibadetleri ve her türlü davranışları ile imanlarını isbat ve te’yid ederler. İmam Gazâlî’nin dediği gibi, amelsiz mümin, bütün hayatî faaliyetleri durmuş, sadece nefes alıp vermekle canlılık emaresi gösteren komadaki insan gibidir. Bunun yaşadığı hayatın kıymeti ne ise, ibadetten ve güzel davranışlardan yoksun kimsedeki imanın kıymeti de odur. Ayrıca, hakiki müminin bir diğer özelliği de, karşılaştığı her meselede, her anlaşmazlıkta, Allah ve Resûlünün hükmü ne ise ona razı olması ve gönül hoşluğu ile ona uymasıdır. Bunun aksine davranmak, müteakıp âyette de işaret buyurulduğu gibi münafıkların işidir.
Bu âyet, özel olarak, Hz. Peygamber (s.a.) tarafından İslâm’ın tebliğ edilmeye başlandığı devirde henüz çok zayıf ve mağdur durumda bulunan müslümanların bir zaman sonra müşrikleri altederek hakimiyeti ele alacaklarını müjdelemekte; genel olarak da, -Enbiyâ sûresinin 105. âyeti münasebetiyle işaret edildiği gibi- inkârcılığın, kötülüğün ve her türlü bâtılın ârızî olduğunu; inancın, iyiliğin, güzelliğin ve hakkın temel ve gerçek hayat kanunu olduğunu ifade etmekte; böylece, bazı zamanlarda inkârcılığın ve kötülüğün yaygınlaşmış olmasına bakarak ümitsizliğe ve kötümserliğe kapılmanın doğru olmadığını ortaya koymaktadır.
Bazı tefsirlerde, bu âyetin inmesine sebep teşkil eden olay kısaca şöyle nakledilir: Hz. Peygamber, bir öğle vakti Müdlic adlı bir sahâbîyi göndererek Hz. Ömer’i huzuruna çağırdı. Müdlic, Hz. Ömer’in odasına izinsiz girmişti. Oysa Ömer (r.a.) uyuyordu ve muhtemelen üzeri açılmıştı. Uyandırıldığında Ömer’in canı sıkılmış ve gönlünden, «Keşke böyle zamanlarda izinsiz girmek yasaklansa!» şeklinde bir temenni geçmişti. Resûlullah (s.a.)’ın huzuruna vardığında bu âyetin henüz inmiş olduğunu öğrenen Ömer, Allah’a hamdetti.
Bu sûrenin 31. âyetinde kadınlar için örtünmenin gerekliliği ve bunun ne şekilde ve kimlere karşı olacağı, istisnalar verilmek suretiyle belirtilmişti. Ayrıca orada «zînet» tabirinden ne kasdedildiği hakkında tefsircilerin görüşlerine de kısaca yer verilmişti.
Kadının, kocasına güzel görünmek için süslenmesi ve açılması dînen mübah, hatta tavsiyeye şâyan görülmüştür. Ancak, özellikle 31. âyette sıralanan yakınlar dışında kalan yabancı erkeklere güzel görünmek için süslenmek, hususiyle açılıp saçılmak, genç olsun yaşlı olsun, bütün müslüman ve hür kadınlara haramdır. Bununla beraber, bu âyette yaşlı kadınların da diğer kadınlar gibi davranmaları tavsiye edilmekle birlikte, giyim ve örtünme hususunda onlara, belli şartlara bağlı olarak daha serbest hareket etme imkanı getirildiği görülmektedir. Bu ruhsat, yaşlı kadınların kadınlık câzibelerini artık büyük ölçüde kaybetmiş olmalarından ve bir mefsedete yol açmaları ihtimalinin ortadan kalkmış bulunmasındandır.
Bu âyet, Hz. Peygamber (s.a.)’e sadece ismiyle hitap etmenin veya kendisinden bahsederken sırf ismini söylemenin, ümmetlik terbiyesi ile bağdaşmayacağını ifade etmektedir. Böyle durumlarda onun ismi ile beraber Peygamber, Nebî, Resûl, Resûlullah, Resûl-i Ekrem, Peygamber Efendimiz, Habîbullah... gibi onu anlatan ve ona saygımızı ifade eden sıfat ve unvanları da söylemek yerinde olur. Ayrıca, Allah Teâlâ’nın, Ahzab sûresinin 56. âyetindeki emri uyarınca biz müslümanların, «Muhammed» ismi söylenince, «Allah’ın salât ve selâmı onun üzerine olsun» anlamına «Sallâllahu aleyhi ve sellem» dememiz de ona olan saygımızın bir gereğidir.