19 Ocak 2025 - 19 Receb 1446 Pazar

ANA SAYFA | SURELER  | AYET KARŞILAŞTIRMA |KUR'AN'DA ARA! |FİHRİST | DOWNLOAD | MOBİL
Kullanıcı : Şifre :   Şifremi Unuttum    KAYDOL

 

TANRI BUYRUĞU
YA DA BİR TAHRİFİN ANATOMİSİ

 

HAZIRLAYAN
İLHAMİ KARABULUT , ANKARA , (Mezuniyet tezi olarak hazırlanan bu yazı, bazı tasarruflarla İslamiyat c3. sayı:1 -2000- ayrıca Söz ve Adalet yıl:1 sayı:4-5 -2008-'de yayınlanmıştır)

 

Bu yazımız, Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu adlı eserinin sadeleştirilme gerekçesiyle -Ahmet Muhtar Büyükçınar ve Mustafa Uzun tarafından- 1980 yılında yapılan dördüncü baskısında, başına gelen/getirilen tahrifatı konu edinmektedir. Yazımız; I- Giriş, II- Orijinal metinde yapılan tahriflere örnekler ve III- Sonuç şeklinde üç bölümden oluşmaktadır.

I- GİRİŞ

Bu bölümde merhum Ömer Rıza Doğrul ve eseri, Tanrı Buyruğu hakkında kısa bir bilgi verip, vefatından sonra hazırlanan dördüncü baskıda (1980), eserin orijinaline yapılan, bizim “tahrif” diye nitelendirdiğimiz müdahalelerin gerekçelerine değineceğiz.

Ömer Rıza Doğrul (1893-1952) aslen Burdur’lu olup Mısır’a yerleşmiş bir ailenin çocuğu olarak 1893 yılında Kahire’de doğdu. Eğitimini Ezher’de tamamlayıp Mısır’da gazeteciliğe başladı, 1915’te İstanbul’a gitti; Tasvir-i Efkar’da yayınlanan yazılarıyla Türk basın hayatına girdi. Daha sonra Mehmet Akif Ersoy’un kızı Cemile Hanımla evlendi. 1925’te Vakit gazetesinde yazdığı yazılar dolayısıyla tutuklandıysa da (Olgun, 1991, 225) bir müddet sonra serbest bırakıldı.

1947-48 yıllarında Selamet Mecmuası adlı bir dergi çıkardı (Olgun, 1991, 433). Çok partili hayata geçiş sırasında yayımlanan bu önemli dergi; ilmi-dini araştırmalar, islam dünyasındaki düşünce hareketleri, İslam klasikleri konuları yanı sıra, din öğretiminin gereğini ortaya koyarak bu konuda kamuoyu oluşmasına büyük ölçüde katkıda bulundu.

Selamet Mecmuası bir dönem yayın hayatından çekildikten sonra, 1949’da Yeni Selamet adıyla tekrar neşir hayatına girmiştir. Bu dergide Ömer Rıza Beyin yanı sıra; Ahmet Hamdi Akseki, Musa Carullah, Rıza Nafiz Taner, Ahmet Halit Yaşaroğlu gibi yerli yazarlarla birlikte, Ezher rektörü Mustafa Abdurrazık Paşa, A. Cressy Morrison, Muhammed İkbal, Taha Hüseyin, Zeki Ali, John Kingley Birge gibi yabancı yazarlar da mecmuanın yazı kadrosunda yer alan isimlerdi.

Ömer Rıza 1950 seçimlerinde Demokrat Parti’den Konya milletvekili seçildi. Ardından onlarca telif ve tercüme eser bırakarak 13 Mart 1952’de İstanbul’da vefat etti (Uzun, TDV. İ.A, IX, 489-492).

Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu: Kur’an-ı Kerim Tercüme ve Tefsiri adlı eseri; Kur’anın Tertip ve Taksimi, Dinin Esasları, İslamın Ameli Esasları, Kısası Enbiya, Kur’an Aleyhindeki İsnatların Değeri adlı beş bölümden oluşan yaklaşık iki yüz sayfalık bir girişten sonra, Hafız Osman hattıyla yazılmış Kur’an metninin de bulunduğu meal-tefsir bölümüne yer vermektedir. Meal-tefsir iki cilt şeklinde; sırayla 1943, 1947, 1955 yıllarında Ahmet Halit Kitabevi tarafından İstanbul’da basılmıştır. İlk iki baskısı müellif hayattayken (1943-1947), Üçüncü baskısı da aslına sadık kalınarak, müellifin vefatından sonra (1955) basılmıştır.

Ömer Rıza ilk basımın önsözünde, M. Piktall’ın; Kur’an tercümesinin Kur’an’ın yerini tutamayacağını belirten bir alıntıyı aktarıp, bu görüşlere tamamen katıldığını; Kur’anın manasını nakle yönelik bir katkıda bulunmuşsa kendisini bahtiyar addedeceğini belirtir. Ömer Rıza, Kur’an metnini meallendirdikten sonra, gerekli gördüğü yerlere açıklayıcı dipnotlar düşerek eserine ‘tefsir’ niteliği kazandırmıştır. Bu tür çalışmaların hiçbiri elbette hatadan beri olamaz. Eser yazıldığı sıralarda bazı tenkitlere hedef olmuştur. Bu bağlamda Hasan Basri Çantay’ın, (Hamdi Akseki’nin kendisine gönderdiği mektuba atfen) sözkonusu tefsirin, Mevlana Muhammed Ali’nin İngilizce yazdığı tefsirinin bir kopyası olduğuna dair eleştirilerine; Arapça metne dayanmadan, İngilizceden Türkçeye bir tefsir çevirisi yapmanın güçlüğünü belirten Akdemir; Ömer Rıza’nın İngilizce bilmesi hasebiyle söz konusu tefsirden yararlanmış olabileceğini, ancak aynen aktarım olmadığına dair kanaatlerini belirtmekte fayda görüyoruz (Akdemir, 1989, 48). Bununla birlikte, üzerinden yarım asırdan fazla bir zaman geçmesine rağmen, Ömer Rıza Doğrul’un bu meal-tefsiri kendisinden yararlanılacak eser olma özelliğini hala yitirmemiştir (Akdemir, 1989, 47).

Bu yazıda merhum Ömer Rıza Doğrul’un “Tanrı Buyruğu” adlı eserinin dördüncü (1980) baskısının, eserin orijinaliyle (1947) ne kadar ilişkili/ilişkisiz olduğunu göstermeye çalışacağız. Söz konusu dördüncü baskı Ahmet Muhtar Büyükçınar tarafından 1980’de yapılıp  İnkılap ve Aka Kitapevleri Şirketince İstanbul’da basılmıştır. [Kitabın yayına hazırladığı yılda (1980), kitabın önsözünden anlaşıldığı kadarıyla Ahmet Muhtar Büyükçınar, Diyanet İşleri Başkanlığı, Haseki İhtisas Merkezi Öğretim Üyesidir].

Ancak, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisinde, Ömer Rıza Doğrul maddesinin yazarı Mustafa Uzun’un, “Tanrı Buyruğu”nun dördüncü baskısıyla ilgili yorumunu okuduğumuzda onun da, yazının ilerleyen kısmında ortaya konacak olan bu tahrifata ortak olduğunu ve söz konusu kitabı, Ahmet Muhtar Büyükçınar’la birlikte hazırladıklarını kendi ifadesinden öğrenmiş bulunuyoruz:

“Dili bakımından devrine kadar yapılan tercüme çalışmaları içinde en başarılısı olmakla haklı bir ün kazanan eserin, 1980 yılında A. Muhtar Büyükçınar ve Mustafa Uzun tarafından hazırlanan son baskısında Kur’an-ı Kerimin metni yer almamış, tercümelerle tefsir mahiyetindeki dipnotlarda bazı eksiklerle, ilk baskısının yapıldığı yıllardaki siyasi ve içtimai şartların da etkili olduğu, daha çok akılcı ve maddi izahlar şeklinde ortaya çıkan hatalı taraflar ve yanıltıcı yönlendirmeler düzeltilmiştir” (Uzun, TDV. İ.A, IX, 490).

Sayın Uzun’un yaptığı bu itiraf ve açıklamalara rağmen, eserin dördüncü baskısında yazılı anlamda yalnız A. Muhtar Büyükçınar’ın adı geçtiği için, değerlendirmemizi, bu baskının sorumluluğu  yalnız ona aitmiş gibi yapacağız. Ancak yukarıdaki izahlardan dolayı bazen, ‘yazarlar’ diyerek, Ahmet Muhtar Büyükçınar’la birlikte, -Tanrı Buyruğu adlı eserin “hatalı taraflar ve yanıltıcı yönlendirmeler”ini düzelten (!)- Mustafa Uzun’u da böylece anmış olacağız.

Büyükçınar, dördüncü baskının önsözünde, eserin yayına hazırlanmasında merhum müellifin “...eser her baskısında gelişip olgunlaşacak...baskısı yenilendikçe, eksikleri tamamlanacak, kusurları giderilecektir. Eserimizin bundan sonraki baskıları, bu ilk baskısından çok ileri, daha çok olgun ve etraflı olacaktır.” şeklindeki sözlerinin, bu baskının hazırlanmasında esas alındığını belirtip,dördüncü baskısının öncekilerinden farklı yanını altı maddede özetlemektedir. Konumuzla ilgili  dördüncü Maddeyi dipnotuyla birlikte aynen aktarıyoruz:

“Tefsir ve izahlarda, okuyucuları ürkütmemesi merhum müellif tarafından belirtilen (bk. birinci önsöz, madde 8) yeni görüşler ileri sürüldüğünde,-ki bunlar yazarın da yer yer belirttiği gibi, çoğunlukla, Hindistanlı yazar Mevlana Muhammed Ali’nin izah ve görüşleridir.(*)-mukayese imkanı vermek için cumhur-ı müfessirin’in görüşleri ayrıca belirtilmiştir.

(*)Bu görüşlerin, ”cennet-cehennem, melek-cin, mucize-keramet, peygamberlik-vahiy vs.” gibi, bir kısım müslüman olmayanlar (bilhassa batılılar) tarafından kavranılmamış ve çeşitli itirazlara uğramış belirli meseleleri, sadece maddi olarak izah ettiği görülmektedir.

Müslümanlar için çok farklı, hatta, ürkütücü olan bu izahların, imandan mahrum, her meseleyi, aklın dar ve katı ölçüleri içinde izaha ve anlamaya çalışan şartlanmış kafaları ikna için ileri sürüldüğü söylenebilir.

İşte, belki de bu yüzden, Ö. Rıza Doğrul eserin neşredildiği senelerde, batılılaşma tesiriyle, bu telakki tarzının memleketimizde de revaç bulduğunu göz önüne almış, muasır fikirler olarak üzerinde düşünülmesi için, ürkütücü de olsa yeni görüşler kaydiyle bunları nakletmek yolunu seçmiştir.

Ancak, bir vazife olarak yapıldığı belirtilen bu nakillerin, Mevlana Muhammed Ali’nin farklı mezhebi telakkileri ve değişen şartlar sebebiyle bilahare itibar bulmadığını, hatta, eserin bütününe gölge düşürdüğünü, aradan geçen uzun zaman göstermiştir.

Bu yüzden tefsir’den ziyade meal olarak haklı bir kıymet kazanmış ve Türkçemiz’de çığır sayılabilecek bir yol açmış bu eseri lekeleyen -bazen müfrit- izahların kaldırılması, gerektiğinde ehl-i sünnet ulemasının görüşlerinin ilavesi bir zaruret olmuştur. Çıkarılan yerlerin tamamının sadece birkaç sahifeden ibaret olduğunu da belirtmeliyiz.” (Tanrı Buyruğu, 1980, dördüncü baskının önsözü.)

Şimdi Büyükçınar’ın da bakmamızı önerdiği, merhum müellifin birinci önsözünün 8’inci maddesini aynen aktarıyorum.(Bu önsöz sadeleştirilerek Büyükçınar tarafından dördüncü baskıya da konulmuştur.)

“ Kuran’ın  Ayetlerini izah ve tefsir ederken asıl membalara, İslam ulema ve mütefekkirlerin eserlerine müracaat ve istinat ettik. Bundan başka muassır şark ve garb ulema ve mütefekkirlerin eserlerine ehemmiyet verdik. Onun için okuyucularımız eserimizde birçok yeniliklerle karşılaşacaklardır. Bu yeniliklerin onları ürkütmeyeceğine, bilakis onları düşündüreceğine kaniiz. Biz bunları nakletmekle vazifemizi yapmak istedik.” (Tanrı Buyruğu, 1947, İlk Basımın İlksözü.)

Büyükçınar’ın metne yapacağı, bizim tahrif dediğimiz, müdahaleleri temellendirirken  bizzat merhum müellifin ifadelerini çarpıtarak kullanmasını son derece yadırgadığımızı belirtmek istiyorum. Müellife atfen “...baskısı yenilendikçe, eksikleri tamamlanacak, kusurları giderilecektir.” şeklindeki ifadeye “durumdan vazife çıkarma” edasıyla yaklaşılacaksa; bu bağlamda yazarın (Büyükçınar’ın) müdahalesini bekleyen binlerce kitabın bulunduğunu bilmek, bizi ürkütüyor. Merhum Ömer Rıza, sağlığında ikinci baskıyı (1947) yaparken kitaptaki dipnotları muhafaza etmiş olması, bunların giderilmesi gereken kusurlar olarak görülmemesi gerektiğine dair bir işaret olarak algılanamaz mıydı? Merhum müellifin, “...bu yeniliklerin onları [okuyucuları (İ.K)] ürkütmeyeceğine, bilakis onları düşündüreceğine kaniiz.” sarih ifadesine rağmen Büyükçınar tarafından takdim-tehir yapılarak “...üzerinde düşünülmesi için, ürkütücü de olsa yeni görüşler kaydıyla...” şekline dönüştürülerek bu görüşlerin “ürkütücü” olduğu ve müellif  tarafından onaylanmadığı izlenimi verilmeye çalışılmıştır. Daha da ileri gidilerek bu görüşler “...eseri lekeleyen -bazen müfrit- izah...” şekline sokulmuştur. Durum böyle olunca vazife; kendiliğinden ortaya çıkan meşru (!) bir müdahale haline dönüştürülmüştür. Söz konusu  “ürkütücü”, “bazen müfrit” izahların yerine “ehl-i sünnet ulemasının görüşleri” (Tanrı Buyruğu, 1980, 297) ilave edilince işin manevi sorumluluğu ortadan kalkmış, yapılan vazife de “zaruret” haline gelmiş oluyor. Büyükçınar önsözünde belirttiği    “mukayese imkanı vermek için cumhur-ı müfessirin’in görüşleri ayrıca belirtilmiştir.” ifadesinin “ayrıca belirtme” kısmına riayet etmediğini üzülerek belirtmek isteriz. Oysa Büyükçınar’dan beklediğimiz ilmi tutum, merhum müellifin kitabını aynen aktarıp, bunlar üzerinde tenkitlerini ayrıca belirtmesiydi.

Büyükçınar’ın bir “zaruret” edasıyla “eseri lekeleyen -bazen müfrit- izahların kaldırılması” vazifesini hakkıyla ifa etmediğini, Mevlana Muhammed Ali’ye ait (Tanrı Buyruğu, 1980, 367-367) ve ayrıca bazı “müfrit” (!) izahları (Tanrı Buyruğu, 1980, 74), dikkatli okuyucular tarafından fark edilebilecek, bazı küçük müdahalelerle kendi dördüncü baskısında da koruduğunu belirtmeliyiz. Bu durumun asıl metne yapılan, -bizim tahrif olarak nitelendirdiğimiz- müdahalelerin tutarlılığı hakkında okuyucuya bir fikir verdiğini sanıyoruz.

Bir tahrif itirafnamesi olan dördüncü baskının önsözünün dipnotunda “çıkarılan yerlerin tamamının birkaç sahifeden ibaret olduğunu” belirten Büyükçınar’la, çıkarılan sahife sayısında da anlaşamayacak gibiyiz. Büyükçınar’ın azlığa izafeten,“birkaç sahife” diye belirttiği, çıkarılan sahife sayısını çokluğuna izafeten,“birçok“ diye nitelendirirsek daha çok isabet etmiş oluruz. Kaldıki azlık çokluk belki izafi ve niceliksel bir değerlendirme olduğu söylenebilir. Ancak bununla ortaya konan tutum, etik ve niteliksel olarak değerlendirilip, ilmi ve ahlaki olarak mahkum edilmelidir.  Bu niceliksel (!) tahif girişiminin hepsine değinmek bu yazının sınırlarını aşacağından, yazının sonunda ‘tahrif edilen dipnotlar’ ayrıca gösterilecektir.

II- ORİJİNAL METİNDE YAPILAN TAHRİFLERE ÖRNEKLER

Yazının bundan sonraki bölümünde, dördüncü baskıda tahrif edilmiş dipnotlarla kendimizi sınırlayacağız. Karşılaştıracağımız dipnotları, sure numaralarına göre vereceğiz. Önce surenin adı, ilgili olduğu ayetin numarasını, 1947 baskısı esas alınarak -en az- dipnota kadar meal metnini, daha sonra dipnotun numarasını, daha sonra da kitaptaki sayfa numarasını belirteceğiz. Dipnotlarla ilgili olarak mealin metnine bir müdahale olmuşsa, bunları da göstermeye çalışacağız. Bazı dipnotların ilgili oldukları ayet numaralarını standart  hale getirildi, bunları ayrıca belirtme ihtiyacı hissedilmedi. Ayrıca kitapta tahrif edilen yorumların, okuyucuya bir şekilde ulaştığını göstermek amacıyla, merhum müellifin yorumlarıyla paralellik arzeden bazı tefsir ve görüşlerden de örnekler verildi.

Ahmet Muhtar Büyükçınar tarafından 1980’de yapılan dördüncü baskıyı karşılaştıracağımız asıl metin olarak; Ömer Rıza Doğrul’un sağlığında, Ahmet Halit Kitabevinin 1947 yılında İstanbul’da bastırdığı ikinci baskı esas alındı ve tahrif boyutlarının görülmesi açısından, esas metinden yapılan bütün alıntılar bold (koyu) yazıldı.

ÖRNEK 1: (2/Bakara Suresi, Ayet:177)

“Doğruluk ve iyilik, doğu yerine ve batı yerine yüzlerinizi döndürmeniz değildir (150) …”

 

“150- Bu ayet Kur’an’ın en amansız düşmanlarının da takdirini  kazananlardandır. Kur’anı tercüme ve tefsir eden Wherry bu ayeti kerimeden bahsederken der ki: “Bu ayet Kur’anın en asil ayetlerindendir. Bu ayet, zahiri ve ameli iyiliğin, dinde esas olduğunu apaçık gösteriyor.” (1980, 51)

 

“150 – Bu ayet Kur’anın en acımasız düşmanlarının da senasını kazananlardandır. Kur’anı tercüme ve tefsir eden Wherry bu ayeti kerimeden bahsederken der ki: “Bu ayet Kur’anın en asil ayetlerindendir. Bu ayet, zahiri ve ameli iyiliği birbirinden son derece vazıh bir suretle ayırıyor ve Allah’a iman ile insanlara iyiliğin, dine esas olduğunu apaçık gösteriyor.”

 

Ayeti kerime doğu ve batı tarafına dönmenin, sırf zahiri bir iş olduğunu, bu gösterişte dinin ruhu hakim olmazsa, onların bir fayda vermeyeceğini anlatıyor.” (1947, I, 63)

Görüldüğü gibi burada Büyükçınar, merhum Ömer Rıza Doğrul’un ifadelerini müdahale etmekle kalmıyor, aynı zamanda Doğrul’un nakilde bulunduğu Wherry’nin ifadelerine de müdahalede bulunma cesareti gösteriyor. Wherry ve Ömer Rıza, ayetin ifadesi doğrultusunda, zahiri tutumdan çok samimi ahlaki duruşun daha önemli olduğunu vurgulamalarına rağmen, Büyükçınar’ın ısrarla zevahire vurgu yapmasını anlamak mümkün değil. Bu tahrif ‘zevahiri/görüntüyü’ kurtarma endişesi içeren bir zihni çabanın ürünü olsa gerektir.

            Razi, bu ayetin yorumunda hitabın umumi mi yoksa hususi mi (ehli kitaba mı) olduğunu tartışarak, hitabın müminleri de içerecek umumilikte olduğunu belirterek; Cenab-ı Hakk’ın bu hitapla müminleri, ibadet ve taatları tam yapmaya teşvik ettiğini; böylece iyiliğin(Birr) “yüzümüzü doğuya ve batıya çevirmemizle olmadığını” aksine iyiliğin ayet-i kerimenin belirttiği tevhidi-ahlaki hasletleri yerine getirmek olduğunu belirtir (Razi, 1989, VI, 259-260). Abdullah b. Abbas, Mücahid ve Dehhak’a göre bu ayetten maksat “Ey müminler, iyilik yapmak kıblenin çevrilmesinden önce Kudüs’e, çevrildikten sonra da Kabe’ye doğru namaz kılmak değildir. İyilik (Birr) şunlardır...” denerek sadece namazın değil bütün farzların eda edilmesi gerektiğine işaret edilmektedir (Taberi, 1996, I, 408). Esed ise bu ayet doğrultusunda Kur’an’ın, yalnızca görünür/dış biçimlere uyum sağlamanın, erdemliliğin (Birr’in) gereklerini yerine getirmek için yeterli olmadığı, ilkesini vurguladığını belirtir (Esed, 1997, 48).

 

ÖRNEK 2: (3/Ali İmran Suresi, Ayet: 49)

 

“Onu İsrail oğullarına Peygamber olarak gönderecek, (o da onlara diyecek ki:) Size Tanrınızdan bir âyetle geldim. Size çamurdan kuş şeklinde bir şey vücuda getirir, ona üfürürüm, o da Allah’ın izniyle kuş olur. Anadan doğma körleri, abraşları iyi ederim. Allah’ın izniyle ölüleri diriltirim (33) …”

 

“33- Müfessirler bunları Hz. İsa’nın mucizeleri olarak sayarlar” (1980, 95).

 

“33 – Umumiyetle müfessirler bunları Hazreti İsa’nın mucizeleri olarak sayarlar: Muasır müfessirlerden Mevlana Muhammmed Ali ise şöyle der:

Burada Hazreti İsa’nın her Peygamber gibi ruhen ölmüş olanları nasıl dirilttiğine işaret olunuyor. Kur’an Hazreti Muhammedin de ölüleri dirilttiğini söyler. (8:24) Matta İncili (11:5) de bunlardan bahsederek “körler görür, topallar yürür, cüzzamlılar tathir olunup sağırlar işitir, ölüler kıyam eder” sözünü naklettikten sonra “fıkaraya beşaret tebşir olunur” diyerek fakirlerden kalben ve ruhen fakir olanlar murat olunduğunu gösterir.

Ayeti Kerimenin ilk taraflarında kuşlardan bahsolunması da mecazidir. Burada kuş, ruhani ufuklarda uçan insanı temsil ediyor. Ayeti   Kerime Peygamberin kuvvet ve kudretini üç şekilde gösterdiğini ifade etmektedir:

(1)   Peygamber insanı manen toprak, çamur halinde bulur ve onları irşad ederek ruhaniyet ufuklarında uçan kuşlar gibi yapar.

(2)   Peygamber ruhen malul insanları bulur ve onları bu illetten kurtarır.

(3)   Peygamber ruhen tamamen ölmüş insanlara yeniden ruh üfler.” (1947, I, 121).

           

Görüldüğü gibi Ömer Rıza, müfessirlere ait genel görüşü verdikten sonra Mevlana Muhammed Ali’ye ait görüşü aktarmaktadır; ancak sayın Büyükçınar bu görüşü okuyucuya sunma riskini göze alamamış olacak ki, dördüncü baskıda bunları çıkarma yoluna gitmiştir.

 

Buna benzer görüşleri Muhammed Esed’de de (1900-1992) görmekteyiz. Esed, Hz. İsa’nın “ölüleri yeniden hayata döndürme”sini ruhen ölmüş olan topluma (ilahi vahiy ile) yeniden hayat verişinin bir ifadesi olmasının muhtemel, olduğunu belirterek “körleri ve cüzzamlıları iyileştirme”nin de bu yorum doğrultusunda; ruhen hasta ve hakikate karşı kör olan insanların deruni olarak yeniden şahsiyet kazanmaları, olarak anlaşılabileceğini (Esed, 1997, 99) belirtir. Muhammed Esed’in Kur’an Mesajı adlı kitabının çevirmenleri (Cahit Koytak, Ahmet Ertürk) bir esere müdahale yetkisini kendilerinde görmemiş olacaklar ki, eseri mevcut haliyle okuyuculara sunmuşlar. Kaldı ki, Tanrı Buyruğu bir çeviri de değil. Sadeleştirilmeye bile ihtiyaç duyup duymadığı tartışılabilecek Latin harfleriyle yazılmış, Türkçe bir eser...       

 

ÖRNEK 3: (4/Nisa Suresi, Ayet: 3)

 

“Şayet öksüzlere karşı adaleti ifa edememekten korkarsanız size helâl olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikah edin (3) …”

 

3- Büyükçınar bu dipnotu aşağıda da değinileceği gibi çok küçük bir parça çıkararak aynen vermiştir. (1980, 116).

 

“3- Bu ayet, bir takım şartlar içinde, birden fazla kadınla evlenmeye cevaz veriyor, fakat birkaç zevce almayı emretmiyor. Sahih Buhari ve Sahih Müslim’de rivayet olunduğuna göre Hazreti Zübeyrin oğlu Urve bu ayetin tefsirini Hazreti Ayşe’den istemiş, o da şu cevabı vermiştir: “Hemşirezadem! Burada bahis konusu olan yetim o dur ki vasisinin hacri altındadır. Mal hususunda ikisi ortaktır. Yetimin hem malı, hem güzelliği vasisinin hoşuna gider, o da başkalarının vereceği kadar mehir vermeden onunla evlenmek ister.” İşte ayette bu gibi velilerin hak ve adalet gereğince saygı göstererek vesayetleri altındaki yetimlerin mehirlerini layıkıyla vermedikçe bunları nikahlamamayı ve daha başka kadınlarla evlenmeyi emrediyor. Fakat dikkat edilirse, bu tefsir, ayetin ihtiva etmediği birçok sözleri ilave etmekle mümkün olmaktadır. Halbuki, ayetin metni gayet sarihtir ve gayet iyi anlaşılmaktadır. Umumiyetle bilindiğine göre Nisa Suresi Uhud harbinden sonra nazil olmuş ve bu harbi takip eden sırada müslümanların baş vuracakları tedbirleri anlatmıştır. Uhud harbinde 700 müslümandan 70 kadar kişi şehit edilmiş, bu yüzden bir çok öksüzler, geçinmekten aciz dul kadınların elinde kalmışlardı. Daha ilerde vuku bulacak olan muharebelerde öksüzlerin ve dulların sayılarını artıracaktı. Onun için surenin ilk ayetinde müslümanlara, hısımlık bağlantılarına saygı göstermeleri emrolunuyor, ve bütün insanların bir tek nefisten yaratılmış oldukları bildirilerek insanlar arasındaki hısımlık bağlantısı azami derecede genişletiliyor. İkinci ayette bilhassa öksüzleri korumağa en büyük ehemmiyet verilmesi isteniyor ve üçüncü ayette öksüzlerin hakkını gözetmekten korkulduğu taktirde dullarla evlenilmesi tavsiye olunuyor ve böylece öksüzlerin evlatlık durumunu kazanmaları sağlanıyor. Harp yüzünden kadınların sayısı, erkeklerin sayısından çok üstün olduğu için erkeklerin, iki, üç, hatta dört kadın ile evlenmelerine cevaz veriliyor. Yani bir kadından fazlasıyla evlenmek için verilen müsaade, o zamanki islam cemiyetinin geçirdiği bir takım hususi şartlar yüzündendi. Aynı ayeti kerime, öksüz kızlarla evlenmeyi de teşvik etmekte ve böylece öksüzlük ıstırabını karşılamak istemektedir. Surenin 127’inci ayetine bakınız.

Şunu ilave etmek gerekir ki islam dininde taaddüdü zevcat, bir kaide değil, bir istisnadır. Bir takım olağan üstü şartların baş göstermesi üzerine başvurulacak  istisnai bir tedbirdir.” (1947, I, 152)

           

Büyükçınar bu dipnotun “Yani bir kadından fazlasıyla evlenmek için verilen müsaade, o zamanki islam cemiyetinin geçirdiği bir takım hususi şartlar yüzündendi.” kısmı hariç hepsini aynen vermiştir. Dolayısıyla yukarıdaki kısım hariç dipnotta bir sorun yoktur. Ancak olayın vahameti bu dipnotu böyle aktarmasına rağmen meal metnine yapılan anlaşılmaz müdahaledir. Büyükçınarın meali;

“şayet velisi olduğunuz mal sahibi yetim kızları nikahlamakla onlara karşı adaletli davranmaktan korkarsanız hoşunuza giden diğer kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikah edin...”

 

şeklinde vermesini anlamak mümkün değil. Umarız “adaletli davranmaktan” ibaresi, “onlara adaletli davranmamaktan korkarsanız” şeklinde olması gerekirken sehven “adaletli davranmaktan korkarsanız” şeklinde yazılmıştır. Aksi taktirde, Büyükçınar’ın yetimlere “adaletli davranmayı” çok gördüğünü düşünmek durumundayız...

Oysa Ömer Rıza Doğrul’un meali -yukarıda da verildiği gibi- şöyle:

“şayet öksüzlere karşı adaleti ifa edememekten korkarsanız size helal olan kadınlardan ikişer, üçer, dörder nikah edin”

 

Görüldüğü gibi iki meal arasında çok ciddi farklar var. Büyükçınar’ın yukarıdaki dipnotu almasına rağmen mealini, dipnota taban tabana zıt bir şekilde vermesi, tahrifin dipnotlarla sınırlı kalmadığının çok açık bir göstergesidir. Bu konuyla ilgili olarak Musa Carullah’ın (1875-1949) fikirlerini de aktarmayı uygun gördük:

“Bu ayette (Nisa/3) zikredilen ‘yetimler’, kimsesiz dul hatunlardır. Eğer hatun dul olarak aciz kalır, hukuku ihtiyaçları ve saygınlığının temin edilmeme tehlikesi bulunursa, bunları temin etmek farz-ı kifaye olur. Hitap ümmetin umumuna yöneliktir. Ümmetten birisi bunu yerine getirirse yeterli olur. Ayette belagat ve mübalağa yolu ile bunları temin etmek için alınacak nihai tedbirlere misal olarak çok eşliliğe değinilmiştir. Ayetin asıl anlamı: “dul kalan kadınlardan iki, üç ve dört hatun almak suretiyle de olsa, çaresiz kalmış dul hatunların hak ve ihtiyaçlarını temin ediniz.” demektir. Bu, Kur’an-ı Kerim’in hatunların hallerine gösterdiği ehemmiyetin oldukça ilginç bir ifadesidir. Kur’an-ı Kerim, sevgi ve saygı cihetiyle erkeklerin hatunlara nispetini, ebeveynin çocuklarına nispeti gibi kabul ettiğinden, dul kalmış hatunlar için ‘yetim’ tabirini kullanmıştır. Bu, gayet faydalı bir mecaz ve büyük bir öğretidir.” (Carullah, 1999, 70)

 

Musa Carullah bunları aktardıktan sonra, ayeti kerimenin asıl manasının bu olduğunu, ayetin başka bir anlama çekilmeye müsait olmadığını beş maddede özetlemektedir (Carullah, 1999, 70-71).

 

ÖRNEK 4: (4/Nisa Suresi, Ayet: 34)

 

“Erkekler, kadınların destekleyicileridir (22) …”

 

22- Bu dipnot Büyükçınar tarafından aynen aktarılmıştır. (1980, 122)

“22-Aslında “kavvam” kelimesi kullanılmaktadır. Kadının kavvamı, onun işlerine bakan, onu koruyan ve destekleyen kimse demektir. Kadının işlerine bakmak, kadını korumak ve desteklemek vazifesinin erkeğe verilmesinin sebebi de ayette daha sonraları beyan olunduğu veçhiyle erkeğin güç ve kudret, maddi teşekkül bakımından, kadından üstün olması, kadının da güzellikçe ve incelikçe erkekten üstün olması, bahis mevzuu edilmektedir. Üstünlük bir tarafa ait değildir. Her taraf kendine göre üstünlüğe haizdir.” (1947, I, 160)

 

Büyükçınar bu dipnotu, hiçbir tasarrufta bulunmadan aynen aktararak bizi şaşırtırken, yine meal metnine müdahale ederek bizi hayretler içinde bırakmıştır. Büyükçınar,  ‘hakimiyeti’ elden bırakmayan bir edayla söz konusu ayeti şöyle çevirmiştir:

 

“Erkekler, kadınların üzerine hakimdirler. Zira bu Allah’ın erkekleri kadınlardan üstün (güçlü) kılması ve (kadınlara) mallarından harcamaları (sebebiyledir).”

 

Ömer Rıza Doğrul, dipnotundaki açıklamalarına uygun olarak ayeti şöyle meallendirmiştir:       

“Erkekler, kadınların destekleyicileridir. Çünkü Allah onların bazılarını bazılarına üstün kılmıştır, çünkü onlar mallarından harcederler.”

 

Dördüncü baskıyı hazırlayanların, dipnotlar ile meal metni arasındaki ilişkisizliği bu şekilde oluşturabilme meziyetleri; bizde, neredeyse kendi meal metinlerine Ömer Rıza Doğrul’un dipnotlarını dikkatsizce monte ettikleri izlenimi uyandırıyor.

Muhammed el-Behiy kavvam kelimesinin destek, koruma, muhafaza ve gözetme anlamına dikkat çekerek söz konusu ayeti “Erkekler kadınlar üzerinde gözetici ve destekçidirler” şeklinde meallendirmiştir (Behiy, 1988, 273). Muhammed Esed de söz konusu ayeti aynı doğrultuda, “erkekler kadınları koruyup gözetirler” şeklinde meallendirmiştir (Esed, 1997, 143).

 

ÖRNEK 5: (6/En’am Suresi, Ayet: 130)

 

“Ey cin ve ins  (in) cemaati! Size, âyetlerimi anlatan, bugüne kavuşmanızı (ihtar ile) korkutan, kendinizden peygamberler gelmedi mi? (63) …”

 

“63- Burada cinlere de, insanlara da kendilerinden peygamber gönderildiği söyleniyor. Fakat Hz. Peygamber ins ve cinin peygamberi olduğuna göre, cinlere gönderilen peygamber Hz. Peygambere gelen vahyi duyup cinlere nakleden elçi manasındadır.” (1980, 186)

 

“63 – Burada cinlere de, insanlara da kendilerinden peygamberler gönderildiği söyleniyor. Bütün peygamberler insandırlar. O halde cinlerin de insanlara mensup oldukları aşikardır.” (1947, I, 250)

           

Görüldüğü gibi her iki dipnotun giriş cümlesi aynı olmakla birlikte, sonuçları birbirinden oldukça farklı. Ömer Rıza, bütün peygamberlerin insan olduğundan hareketle,  cinlerin de insanlara mensup olduğu sonucuna varıyor. Merhumun bu konuyla ilgili fikirlerinin daha iyi anlaşılması için bu suredeki 61’inci dipnota bakmamız gerekiyor. Ancak takdir edersiniz ki, bu dipnot da tahriften nasibini almıştır. Biz bu dipnotun tahrif edilen kısmının orijinalini buraya aktarıyoruz:

 

“...burada (En’am Suresinin) 128-131 ayetlerini birlikte okuduğumuz taktirde 129’uncu ayette 128’inci ayetteki cinden bahs olunarak bunların birbirini tutan, birbirine dost olan zalimler olduklarını, 130’uncu ayette cin ile insanlara bir cemaat gibi hitap edildiğini, onlara “ey cin ile ins cemaati” denildiğini 131’inci ayette bunların kasaba halkı olarak zikrolunduklarını ve zulümleri yüzünden kasabalarının harapolduğunu görürüz. Zaten 130’uncu ayetin ifadesi kat’idir. Burada cinlerle insanlara kendilerinden peygamber gönderildiği beyan olunuyor ve bu suretle Cinden; insanları kötülüğe ve batıla sürükleyen insanların, İnsten; diğer insanların murat olunduğu pek sarih bir surette gösteriliyor. Çünkü peygamberler ancak insanlar içinden zuhur etmiştir.” (1947, I, 249)

 

Yine bu konuyla ilgili olarak Ahkaf Suresinin 29-32’inci ayetleriyle ilgili düşülen 2 nolu dipnot da tahrif edilmiştir. Yazının sınırlarını zorlamamak için bu dipnotu almamakla birlikte, kısmen değinmekte konu bütünlüğü açısından fayda görüyoruz. Bu dipnotta Doğrul, Kitabın başka mahluklara değil, insanlara gönderildiğini belirterek onun muhataplarının da Adem evlatları olduğunu söylüyor. Cin kelimesinin insanlar hakkında kullanıldığını belirtip bundan hareketle söz konusu ayetlerde geçen cinlerin muhtemelen, Kur’an’ı dinleyip ona imanla birlikte kavimlerini de yola getirmeye çalışan, Arap olmayan (yabacı) bir takım insanlar olabileceğini söylüyor. Ömer Rıza 46:30’da Hazreti Musa’dan bahs edildiği için bu insanların Musevi olmaları çok muhtemeldir demektedir (1947, II, 783). 

Büyükçınar tarafından bu dipnotun şöyle aktarılmasının son derece doğal olduğu ortadadır:

“Burada bahis mevzuu olan cinler Kur’anı dinleyip ona iman ettikten başka kendi kavimlerini de yola getirmek istemişlerdir. Bu ve daha evvel geçen buna benzer ayetler Hz. Peygamber (S.A.V.) in insanlara ve cinlere gönderilmiş olduğunu beyan eder.” (1980, 569)

 

Muhammed Esed de Ahkaf Suresi 29-32’inci ayetlerinde cinn terimini karşılamak üzere “o ana kadar görülmemiş olan varlıklar”ı, halkın ve Kur’an’ın nazil olduğu dönemde kimsenin daha önce hiç raslamadığı yabancıları gösterdiğini, 46:30’da geçen cinleri ise, Hz. Musa itikadının mensupları olarak değerlendirir ve bazı tarihi bilgiler vererek bu açıklamalarının kesinleşmemiş bir görüşten ibaret olduğunu vurgular (Esed, 1997, 1195-1196).

Tanrı Buyruğu dördüncü baskıda örneğini gördüğümüz zihniyet olmasaydı okuyucular bu kanaatlere Esed’in mealinin Türkçe’ye çevrilmesinden çok daha önce muttali olacaklardı. Kaldı ki bütün müdahalelere rağmen bu görüşlerin veya kanaatlerin okuyucuya ulaşması engellenememiştir. Bu durum da göstemektedir ki; görüşleri engellemek yerine sağlıklı ve seviyeli bir tartışma ortamında değerlendirmek daha doğru bir yoldur.

 

ÖRNEK 6: (8/Enfal Suresi, Ayet: 68)

 

“Allah’ın hükmü geçmemiş olsaydı size yapmaya teşebbüs edeceğiniz iş mukabilinde elbette büyük bir azap erişecekti (34)”

 

“34-Bu ayette Bedir muharebesinde alınan esirlerin fidye karşılığı serbest bırakmalarından dolayı müslümanlara sitem vardır.” (1980, 227)

 

“34 – Bu ayette bahis mevzuu olan İlahi hüküm müminlerin Kureyş kervanına dokunmaları ve Kureyş ordusuyla meşgul olmalarıdır. Ayette yapılmasına teşebbüs edileceği söylenen iş de, kervanı ele geçirmeyi düşünüp onu istemektir.” (1947, I, 308) 

           

Burada hem dipnota hem de meal metnine müdahale vardır. Ancak mevzunun iyice anlaşılması ve tahrifin boyutlarını tam olarak görmek için 33 nolu dipnotu da vermemiz gerekmektedir.

 

33- Müfessirler bu ayet ile onu takip eden ayetin Bedir’de alınan esirlerin fidye mukabilinde serbest bırakılmalarına işaret ettiğini, bu ayetlerle bu hareketin kaldırıldığını söylerler. Fakat bu ayetlerin bambaşka şeylere işaret ettiklerini gösteren delail vardır.

 

Evvela, burada peygamberin esir alması için harp etmesi şart olduğu söyleniyor. Bedir muharebesinde de böyle olmuştur. Ayetin aslında peygamberin “ishan” etmesi lazım geldiği söylenmektedir. Bunun manası “çok kan dökmek” değildir. Manası, düşmanla, fakat şiddetli bir surette savaşmak, harp ederek düşmanı yenmektir. İmam Fahrettin Razi, Vakidi’nin bu kelimeye verdiği manayı nakleder: “bir şeyin ishani, onun kuvvetleşmesi, sertleşmesidir. Bir adam güçlü, kuvvetli olur ve henerse ona eshane, yani ishan etti denilir.” Ve şunu ilave eder: birçok müfessirler eshane kelimesini fazla kan dökmek manasına alırlar. Sebebi bir saltanatın ancak kan dökmekle kuvvet bulduğuna kani olmalarıdır. O halde bu kelimeye bu manayı vermek, sırf tahminden ibarettir. Nitekim Kur’an’da aynı kelime başka bir yerde mağlup etmek manasında kullanılır. Sure-i Muhammed, 4’üncü ayet.

 

Saniyen, esir almak ve serbest bırakmak keyfiyeti aynı surenin yetmişinci ayetinde beyan olunarak müslümanların esir aldıklarını ve fidye kabul ettiklerini, müslümanların ellerinde esir bulunduğunu gösteriyor. O halde esirlerin katli lazım gelseydi bunlar hayatta kalmazdı. Bunun böyle olması bu ayetin böyle bir şey emretmediğini göstermeye kafidir.

O halde bu Ayeti Kerimede bahis mevzuu olan nedir?

 

Evvelce de izah olunduğu vech ile Müslümanlardan bir kısmı Kureyşin silahsız kervanına hücum ederek onu ele geçirmeğe ve kervanın adamlarını esir almaya taraftardılar. Gerçi müşrikler, Müslümanlara karşı buna mümasil hareketlerde bulunuyorlardı. Fakat böyle bir hareket, bir peygambere yaraşmazdı. Bir peygamberin esir alması için harp etmesi, galip gelmesi gerektir. O halde bu Ayeti Kerime harp etmeden esir almanın gayri meşru olduğunu gösteriyor. Esir, ancak muharebede alınabilir. Ayeti Kerimedeki “Siz dünya malını istiyorsunuz” nazmı kervana ve kervanın mallarına işaret ediyor. Surenin 692uncu ayetinde “Aldığınız ganimetleri helal ve pak yeyin” denilmesi de esirleri sebest bırakmak mukabilinde alınan fidyenin de helal olduğunu gösteriyor.” (1947, I, 307-308) 

 

Büyükçınar bu dipnotu “O halde esirlerin katli lazım gelseydi bunlar hayatta kalmazdı. Bunun böyle olması bu ayetin böyle bir şey emretmediğini göstermeye kafidir.” Kısmı hariç tamamen aktarmasına rağmen söz konusu ayeti (8/68) ve dipnotunu (34) açıkça tahrif etme cesareti göstermiştir. Büyükçınar’ın verdiği meal şöyle:

 

Allah’ın hükmü geçmemiş olsaydı size esirleri öldürmeyip de serbest bırakmak için aldığınız fidyeler yüzünden elbette büyük bir azap erişecekti.”

 

Büyükçınar meali böyle verdikten sonra söz konusu kendisine ait 34 nolu dipnotu vermesinin bir manası kalmıyor. Zira dipnottaki her ayrıntıyı, (‘Bedir muharebesi’ ibaresi hariç) mealine taşımıştır. 

 

            Ömer Rıza Doğrul ise, mealini yukarıda da belirttiğimiz gibi şöyle vermektedir:

“Allah’ın hükmü geçmemiş olsaydı size yapmaya teşebbüs edeceğiniz iş mukabilinde elbette büyük bir azap erişecekti.”

 

Ömer Rıza’dan aktardığımız 33 nolu dipnottaki yorumuna benzer bir yorumu Mevdudi, İmam Cessas’ın bir yorumu olarak Ahkamu’l-Kur’an adlı adlı eserine atfen aktarmakta, bu yorumu düşünülmeğe değer bir görüş olarak nitelemektedir (Mevdudi, 1996, II, 185)

ÖRNEK 7: (13/Ra’d Suresi, Ayet: 41)

 

“Görmüyorlar mı ki Biz (kâfirler diyarının etrafını kısarak onları helâke uğratıyoruz (28)”

 

“28- Burada etrafın kısalmasından bahs olunuyor. Bu yeryüzünün yaradılışı ve kutupların basıklığını ifade etmektedir.” (1980, 297)

 

“28 – Burada etrafın kısılmasından bahs olunuyor. Bundan maksat, ya bir takım muhalif reislerin ölümü ile muhalefetin zaafa uğraması, yahut müşrikler sayısının azalması, müşriklerden ayrılanların müslümanlığa iltihak etmeleridir.” (1947, II, 406)

                       

Burada dipnotun tahrifiyle yetinilmeyip, meal metnine de müdahale edilmiş olduğunu görüyoruz. Büyükçınar’ın meali kendi dipnotuna uygun olarak şöyle:

 

“Görmüyorlar mı ki Biz yeryüzünün etrafını kısarak yaratıyoruz...”

 

Ömer Rıza ise, verdiği dipnota uygun olarak metni şöyle meallendirmektedir:

Görmüyorlar mı ki Biz (kafirler) diyarının etraflarını kısarak onları  helake uğratıyoruz...”          

 

            Hamdi Yazır söz konusu ayeti; “...muhtelif hadisat ile arzı aşındırıp parçalamıyor muyuz veya o münkirlerin vatanlarını peyderpey etrafından eksiltip küçültmüyor muyuz? Nüfuslarını, cemiyetlerini kırarak feyzu bereketlerini azaltarak, arazilerini daraltarak, izzetlerini zillete, kemallerini noksana tebdil etmiyor muyuz? Arzdaki bu tağyiratı veya vatanlarındaki bu tazyikatı görmüyorlar mı?” (Yazır, IV, 3005) şeklinde izah etmektedir.

 

İbn Kesir, Mücahid ve İkrime’nin; ayetteki ‘eksiltme’yi “harab olma” olduğunu, Hasan, Dahhak ve ibn Abbas’ın ise, “müslümanların müşriklere galip gelecekleriyle” izah ettiğini nakleder (ibn Kesir, III, 1149). Ayrıca (bk. Razi, XIII, 475).     

 

Eski alimlerimizden hiç biri bu ayete Büyükçınar’ın verdiği “kutupların basıklığı” gibi bir mana vermemişlerdir. Burada “cumhur-ı müfessirin”in görüşüyle hiçbir ilgisi olmayan biraz bilimsellik zaafıyla yapılan bir tahrif söz konusudur. Büyükçınar, burada cumhura muhalefet ettiğinden değil, kendi tahrif ilkelerine muhalefetten dolayı tenakuza düşmüştür.

Bilindiği gibi kutupların basıklığı  o günkü  Arapların bilmediği bir bilgi idi.

 

Kur’an-Bilim bağlamında, İmam Şatıbi’nin (öl. h.790 m.1388) el-Muvafakat adlı eserinde, günümüz okurlarını da ilgilendiren son derece önemli fikirlerinden bir bölümünü aktarıyoruz:

“Birçok insan Kur’an üzerindeki iddialarında sınırı aşmışlar ve ona tabiat ilimleri, matematik ilimleri, mantık, ilm-i huruf vb. gibi öncekilerin-sonrakilerin bütün ilimlerini yüklemişlerdir. Bir önceki meselede ortaya konan esasa vurulduğunda bu iddianın doğru olamadığı görülecektir. Kaldı ki sahabe, tabiin ve onları takip eden nesillerden oluşan selef-i salih Kur’an’ı ve Kur’an ilimlerini, Kur’an’da bulunan esrarı en iyi bilen kimselerdi; bununla birlikte onlardan hiçbir kimsenin bu iddia doğrultusunda söz ettiği bize ulaşmamıştır. Onlar Kur’an’dan sadece bir önceki meselede geçen tevhid delilleri, teklifi hükümler, ahiretle ilgili hükümler ve bunlarla ilgili konuların ispatına çalışmışlardır. Eğer onların bu iddia doğrultusunda çabaları ve incelemeleri olsaydı, meselenin esasına delalet edecek mutlaka bize kadar ulaşırdı. Böyle bir şey ulaşmadığına göre, bu iddianın onlarda mevcut olmadığı anlaşılacaktır. Bu da onların (muhatapların) iddia ettikleri gibi bütün ilimlerin esaslarının bulunmadığına bir delildir. Evet, Kur’an bazı ilimleri içermektedir; ancak bunlar Arapların bildikleri ilimlerdir.” (Şatıbi, II, 77)         

 

            Hikmet Zeyveli, Kur’an’ın sadece aktüel yönüne önem verdiği ve işin ilmi yönünü -din haline getirmeksizin- insanın kabiliyetine tevdi ettiği, bu maddi alemle ilgili bazı edebi tasvirlerin din/akide telakki edilmesinin hatalarını belirttiği yazısında; dünyanın ‘düz’  (Celaleyn) ve ‘sakin’ (Razi) olduğunu iddia eden eski müfessirlerimizden örnekler vererek sürdürdüğü yazısında ‘Dünyanın düz veya yuvarlak olduğu’ (veya kutuplardan basık olduğu) şeklindeki bir inancın ilahi hidayetin hedefi olmadığına işaret ederek; mahşerde bundan sorgulanacağımıza dair akli ve nakli bir delil bulunmadığını belirtir (Zeyveli, 1994, 281-282).

 

Watt,  Din dilini, bir çok açıdan harita ve diyagramlara benzediğini belirterek, ‘diyagramatik’ olarak (Watt, 1982, 120) nitelendirmektedir. Özsoy ise, Kur’an’ın fiziksel bir olay olarak görülen yağmuru, Allah’ın rahmeti olarak niteleyip dini (ve deruni) bir anlam yüklemesinden hareketle Kur’an (din) dilinin ‘anlam verici’ vurgusuna dikkat çeker. Dolayısıyla Kur’an’ın kullandığı dilin -en azından teknik anlamda- bilimsel bir dil olmadığı gerçeği göz önünde bulundurulduğunda, onun (Kur’an’ın) ifadelerinin bilimsel verilere uygunluğu veya aykırılığı anlayışının ne denli yanlış olduğu ortaya çıkar (Özsoy, 1994, 184).

Durum böyle olunca yukarıda değinilen, Büyükçınar tarafından verilen ve bilimsel bir zaaf içeren dipnotun, ayetin siyak ve sibakı ile hiç bir irtibatı olmadığı gibi “cumhurun” görüşüyle de ilişkisi olmadığı aşikardır.

 

ÖRNEK 8: (17/İsra Suresi, Ayet:1)

 

“Kendisine bazı âyetlerimizi göstermek için kulu (Muhammedi) geceleyin Mescidi Haramdan, etrafını mübarek kıldığımız Mescidi Aksaya götüren Zatı (Kibriyanın) şanı yücedir. Her şeyi duyan, her şeyi gören Odur (1)”

           

1 - Aşağıda aktardığım, Mirac cismani mi yahut ruhani mi idi? bölümü eksik. (1980, 340)

 

“1 - Mirac cismani mi yahut ruhani mi idi?

Mütekellimler ile hadis şarihleri bu meseleyi izah için yığın yığın kitaplar yazmışlardır. Eslafı salihin, Peygamberin uruc ettiğine, binaenaleyh miracın bir hakikat olduğuna inanırlar, fakat acaba bu mi’rac cismani mi, ruhani mi idi? Yakaza halinde mi, yoksa uyku halinde mi vukubuldu? Bu meseleyi istiknah ile kendilerini yormaya lüzum görmezlerdi. Mi’rac hakkındaki hurafeleri, uydurmaları, bertaraf etmek için biraz izahat vermek gerekir.

 

Evvel emirde İsra Suresinde varit olan şu Ayeti Kerimeyi nazarı dikkate almak icabeder, “Sana gösterdiğimiz rüyayı insanlar için fitne ve imtihan eyledik.” İbni Abbas’ın Buharideki rivayetine göre rüyadan maksat, mi’racdır. Bundan dolayı Mirac’ın uyku esnasında vukubulduğunu söyleyenler bu ayete istinat etmektedirler. Fakat İbni Abbas bu Ayetten bahsederken şu sözleri de söylüyor: "Resuli Ekrem bu rüyada gördüklerini, gözleriyle gördü.” Demek ki bu rüya alelade bir rüya değildi. Bu rüya, ruhen cisim kayıtlarından azat olarak melekut aleminde seyri idi.

 

Peygamber tarafından görülen rüyalar, alelade insanların rüyalarından bambaşkadır. Peygamberin uykuları esnasında zahiri havas muattal kalır. Fakat onlar gözlerini kapar kapamaz, onların kalp gözü ruh alemini, melekut kainatını görmeye başlar. Alelade rüyalar böyle midir? Peygamberin rüyası, uyanıklığın fevkinde bir halettir. Onlar bu halet içinde semavatı seyrederler. Ervaha mülaki olurlar. Rüyeti Hak ile bekam olurlar, meleklerle hembezm olurlar. Bu halete rüya diyen ashap, bu ruhani hakikati ifade etmek istemişlerdi. Tabiatın maddi kanunları dairesinde müşkül görülen bu hadise, “ruhani” mümkün olur.” (1947, II, 459-460)

           

Burada yaklaşık dört sahifelik bir alıntı aynen aktarılmakla birlikte her ne hikmetse yalnız yukarıya aldığımız bölüm, dördüncü baskıya alınmamıştır. Bu konuyla ilgili Razi’nin aktardığı bilgileri verelim:

 

“Bu İsra hadisesinin nasıl olduğu hususunda ihtilaf edilmiştir. Müslümanların ekserisi Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Peygamber (s.a.s)’in bizzat bedenini yürütüp götürdüğü hususunda ittifak etmişler, pek azı ise, “Allah onu sadece ruhen götürdü” demişlerdir. Muhammed b. Cerir (et-Taberi’nin) tefsirinde, Huzeyfe (r.a)’nin: “bu hadise bir rüya idi. Hz. Peygamber (s.a.s)’in bedeni yerinden oynamadı. Allah onu, sadece ruhen götürdü, yürüttü” dediği rivayet edilmiştir.” (Razi, XIV, 390).    

 

Ayrıca ibn-i Hişam, Hz. Aişe ve Muaviye’nin İsra’nın bir bir rüya olduğuna dair kanaatlerinin münker görülmediğini Hasan’ın da bu kanaati taşıdığını bize nakleder (İbn-i Hişam, 1985, II, 52). Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi, Hz. Aişe ile beraber bazı sahabenin de miracın keyfiyetinin manevi bir şekilde vuku bulduğuna işareten, kendisinin de o kanaatte olduğunu belirtir (Filibeli, 1979, 167 ve ayrıca bk. Ateş, 1990, V, 195. Fazlur Rahman, 1992, 19. Çiftçi, 2000, 62-63). Bu faslı uzatmak mümkün olmakla birlikte, Muhammed Hamidullah’ın da bu tartışmalara yer verip, miracın rüya ve manevi bir yolculuk olduğuna dair kanaat belirttiğine işaret etmekle yetinelim (Hamidullah, 1980, I, 153). Kaldı ki bütün bu alimlerin -Ömer Rıza Doğrul’un belirttiği gibi- bu “rüyayı”,  “alelade bir rüya” olarak algılamadıklarını belirtmeye gerek var mı?

 

ÖRNEK 9: (17/İsra Suresi, Ayet: 85)

 

“Sana vahyi (24) sorarlar. De ki: Vahiy Tanrımın emrindendir. Size ilimden, ancak pek az verilmiştir”

 

“24- Aslında “Ruh” deniliyor ki vahy ve ilham manasına da gelir. Bu Ayetten evvel de, sonra da bahis mevzuu olan mesele vahydir.  Onun için bu kelime ruh yerine  vahy diye tercüme edilebilir. Kur’an-ı Kerime (42:52’de) de “Ruh” denilir. Ancak cumhur-ı müffessirin burada ruh manasını tercih eder.” (1980, 348)

 

“24 – Aslında “Ruh” deniliyor ki vahy ve ilham manasına da gelir. Bu Ayetten evvel de, sonra da bahis mevzuu olan mesele vahydir.  Onun için bu kelimeyi ruh değil, fakat vahy diye tercüme ettik. Kur’anı Kerime (42:52’de) de “Ruh” denilir.” (1947, II, 471)

           

Burada dipnotta yapılan tahrifatın kaçınılmaz bir sonucu olarak mealin metnine de müdahale edilmiştir.

 

Doğrul, bu ayeti “sana vahyi sorarlar...” şeklinde tercüme ederek yukarıda verdiğimiz dipnotu düşmüştür. Ancak Büyükçınar yukarıda aktardığımız dipnotta da görüldüğü gibi “...ruh...vahiy diye tercüme edilebilir” cevazına rağmen “cumhur-ı müfessirin burada ruh manasını tercih eder” ibaresiyle, bu cevazı da kayıtlayıp, meal metnine müdahale etme gereği hissetmiştir. Oysa burada sorun “ruh”la ne kastedildiğidir.

Bu bağlamda Muhammed el-Behiy, söz konusu ayette geçen “ruh” kavramından, bazı müfessirlerin kabul ettikleri gibi ‘insanın gizli kuvveti, bedenin yöneticisi’ anlamına gelmediğini; bu anlamın Yunan felsefesiyle ilgili olduğunu, müslümanlar arasında ise hicri üçüncü asırdan itibaren bu anlamda kullanıldığını belirtir. Ancak büyük çoğunluğun “ruh” kavramına vahiy veya vahyi getiren melek (Cebrail) anlamı verdiğine işaret ederek, sözü edilen ayetten sonra gelen üç ayeti de dikkate alarak burada kastedilen şeyin “vahiy” olduğunu belirtir (Behiy, 1998, 117).

Dücane Cündioğlu da eski çağlardan süregelen Ruh-Beden ayrımının bilhassa Kartezyen felsefenin de etkisiyle derinleştiği günümüzde, bu ayetin, bu ayrımı destekler biçimde anlaşılması, Kur’anın dolaylı-muhattaplarının zihninde, bu terimin Kuranın kavramsal çerçevesi içersindeki yerini tayin etmeyi güçleştirdiğine değinerek; bu terimin Kur’an’da ‘beden karşıtı’ anlamındaki “ruh”la bir alakası bulunmadığını; bu terimin Kur’an’da umumiyetle “vahy”i veya “vahiy meleği”ni tanımlamak maksadıyla kullanıldığını belirterek, kavramı bu bağlamda kullanan alimlerden örnekler verir (Cündioğlu, 1996, 82-83).

 

Mevdudi de bu ayetin sibak-siyak bağlamından hareketle burada insan ruhundan bahs edilmesinin anlamsız olduğuna işaret ederek, bu ayette geçen “ruh”tan “vahyi getiren melek” anlaşılması gerektiğini belirtir (Mevdudi, 1996, III, 134).

 

Muhammed Esed de bu ayeti Ö. Rıza Doğrul gibi çevirmiştir. Esed, önceki ve sonraki ayetlerin açıkça Kur’an’a işaret ettiğini göz önüne alarak “ruh”tan kastın vahiy olgusu olduğunu belirterek söz konusu ayeti “Bir de sana ilahi esinlenme[nin mahiyeti] hakkında soruyorlar...” şeklinde (Esed, 1997, 575-576) çevirmiştir.

 

ÖRNEK 10: (19/Meryem Suresi, Ayet: 27)

 

"(Meryem İsa’yı) taşıyarak kavmine getirdi (10)”

 

“10- Bu ayetten sonraki ayetlerde bildirilen Hz. İsa’nın beşikte bebekken konuşması ve ileride peygamber olacağını haber vermesi onun mucizelerindendir.” (1980, 368)

 

“10 – Bu ayetten sonraki ayetlerde muhavereler Meryem’in oğlu ile birlikte kavmine döndüğü zaman, İsa’nın yetişmiş ve nübüvvet derecesine yükselmiş olduğunu, onun ilahi vahyi telakki ettiğini gösteriyor. Çünkü Hz. İsa dokuzuncu ayette, Allah’ın ona kitap verdiğini söylüyor. Müfessirler daha sonraki Ayette İsa’nın tevellüdünden bahsolunduğu için onun henüz çocuk olduğunu zannederler. Bir kere Kur’anın enbiya kıssalarını bütün tafsilatıyla nakletmediğini, maksada hadim olmayan bazı hadiseleri bıraktığını hatırdan çıkarmamalıyız. Mesela 11 ve 12 inci ayetlere dikkat ediniz. 11.inci ayette Zekeriya’ya bir oğul olacağı müjdeleniyor, 12 inci ayette ise Yahya’ya kitabı kuvvetle tutması emrolunuyor. Arada geçen hadiseleri anlatmaya lüzum olmadığı için bunlar bırakılıyor.

Bundan başka 22’inci ayette Hazreti Meryem’in uzakça bir yere gittiğinden bahsolunuyor ve bundan Meryem’in doğurur doğurmaz kavmine dönmediği anlaşılıyor.

Hazreti Meryem’in İsa’yı taşıyarak kavmine getirmesi, onu kucağında taşıyarak getirdiğini ifade etmez. Onu bir merkep veya başka bir hayvan üzerinde taşıyarak getirdiğini ifade eder.  Bu mana için (9:92)’ye bakınız.” (1947, II, 498-499)

           

Dipnottaki farklılık açıktır. Doğrul, Hz. İsa’nın ilahi vahyi idrak edecek yetişkinlikte olduğunu iddia ediyor. Büyükçınarın ehl-i sünnet ve cumhur-i müfessirin doğrultusundaki dipnotunu anlamak mümkün, ancak tahrife gerekçe olarak kabul etmek imkansız.

 

ÖRNEK 11: (19/Meryem Suresi, Ayet: 29)

 

“Meryem ona (İsa’ya) işaret etti. Onlar da: Onunla nasıl konuşalım ki o beşikte bir çocuktu (12)”

 

“12- Yahudilerin ihtiyarları ve alimleri, beşikte bir çocuğun konuşacağına inanmıyorlardı.” (1980, 368)

 

“12 - Yahudilerin ihtiyarları ve alimleri, daha dün beşikte bir çocuk saydıkları İsa ile konuşmaya tenezzül etmiyorlardı. Onun için “Onunla nasıl konuşalım ki o beşikte bir çocuktu” diyorlar.” (1947, II, 499)

           

Büyükçınar, burada dipnota müdahale ettiği gibi mealin metnine de müdahale etmiştir. Dipnotlar meallendirme biçimini yansıttığı için ayrıca meal metini verme ihtiyacı hissetmedik. Burada Ömer Rıza, yahudi ihtiyarlarının Hz. İsa’yı “beşikte bir çocuk” (‘çocuk’-‘dünkü çocuk’) diyerek dikkate almadıklarını veya almak istemediklerini anlatmaya çalışıyor.

Muhammed Esed bu ayetle ilgili şöyle bir dipnot düşmüştür: “Kur’an her ne kadar, 3:46’da, Hz. İsa’nın “[daha] beşikte [iken] insanlarla konuştuğunu” yani, daha erken çocukluk çağlarında hikmetle donatıldığını, ifade ediyor ise de,19:30-33. Ayetler, gelecekte gerçekleşecek bir şeyi ifade için, te’kid amacıyla, geçmiş zaman kipini kullanarak olacak şeylerin tasavvurunu sağlayan bir mecaz özelliği gösterir gibidir.” (Esed, 1997, 613)

 

ÖRNEK 12: (19/Meryem Suresi, Ayet: 30)

“İsa dedi ki: Ben Allah’ın kuluyum. Bana kitap verdi. Beni peygamber kıldı (13)”

 

“13- İsa’nın bu sözleri beşikte bir çocuk iken söylemesi onun mucizesidir.”  (1980, 368)

 

“13 – İsa’nın bu sözleri beşikte bir çocuk iken söylediğine ihtimal verilemez. İsa bu sözleri söylediği zaman peygamberdi ve peygamber olacağını değil, peygamber olduğunu söylemektedir.” (1947, II, 499)

           

Yukarıdaki dipnotlar, söz konusu ayetin “....beni peygamber kıldı.” İfadesinin sonuna konulduğunu belirtmek durumundayız. Ömer Rıza ayette kullanılan geçmiş zaman kipini esas alarak yukarıya aldığımız fikirleri ifade ediyor.

Razi’nin naklettiğine göre alimlerin çoğu Hz. İsa’nın “bana kitap verdi” şeklindeki sözü küçük iken söylediği kanaatindedirler. Ebul Kasım el-Belhi ise ‘Hz. İsa bu sözü, mükellef yaşa gelmemiş olsa bile, anlayan bir mürahik (büluğa yakın yaşlarda) iken söylemiştir” demektedir. Ancak Razi, el-Belhi’nin bu görüşünü ‘uzak bir ihtimal’ olarak değerlendirmektedir (Razi, 1993, XV, 336-337).

 

ÖRNEK 13: (19/Meryem Suresi, Ayet: 31)

 

“Her nerde olursam beni mübarek eyledi. Bana hayatta kaldıkça namazı emretti (14)”

 

“14- Ayeti kerimenin “Bana kitap verdi, beni peygamber kıldı...” şeklinde mazi sigası ile gelmesi bu hususların istikbalde katiyetle olacağını belirtmek içindir.” (1980, 368)

 

“14 – Namaz ile zekatın bir çocuğa farz edildiğine zahip olmak manasız olur. Ayeti Kerime, İsa’nın bu sözleri nübüvvet payesine yükseldiği zaman söylediğini gösteriyor.” (1947, II, 499)

 

            Dipnot “...bana...namazı ve zekatı emretti” ayetinin sonuna konmuştur. Buradaki tartışmalar Hz. İsa’nın ne zaman peygamber olduğu ile ilgilidir. Ayetteki geçmiş zaman kipini esas alanlar ayetin zahirini esas alıp, çocukken kendisine risalet verildiğine kail olmuşlardır. Bir kısım alim de daha sonra peygamber olduğunu söylemişlerdir. Çocuk iken kendisine peygamberlik verilmiştir diyenler, insana zihinsel planda ve hayat tecrübesi olarak yeterli olgunluğa erişmeden peygamberlik görevi verilip-verilmeyeceğini tartışmışlardır bu tartışmalar için bk.(Razi, 1993, XV, 336-340) (Esed, 1997, 613)

 

ÖRNEK 14: (21/Enbiya Suresi, Ayet: 96)

 

“Ye’cuc ile Me’cuc (31)…”

 

“31- Kehf suresine bakınız.” (1980, 391)

 

31- Kehf Suresinde de ye’cuc ve me’cucden bahsetmiştik. Burada çok kıymetli ustat Musa Carullahın tetkiklerini hulasatan naklediyorum:

 

“Suretul Kehf (94), Suretul Enbiya (96) Ayeti Kerimelerde mezkur ye’cuc me’cuc kelimeleri, elbette, Yunanidir.

 

İmam Asım Hazretlerinin kıraatlerinde Ye’cuc ve Me’cuc kelimeleri mehmuz ise de, bütün imamların bütün ümmetin kıraatlerinde Ye’cuc Me’cuc kelimeleri memdudtur. Lugat imamı Rube ibnil Accac Hazretlerinin lugatinde ise, acucdur. Buna göre, 1) Me’cuc, 2) Ma’cuc iki şekil olup; 1) Ye’cuc, 2) Ya’cuc, 3) Acuc üç şekilde olur. Şatıbiyede İmam Şatıbi Hazretlerinin vakıfhane beyanlarına göre Ye’cuc Me’cuc mehmuz olursa, şu iki isim (e c c)  maddesinden yef’ul mef’ul vezinlerinde özünün garazı, nefsani maslahatı, şahsi havası yolunda halkarı sevkedici efe demektir. Evvellerde meth lakabı idi. Akıbet, tabiatlarinin fesadına göre kelime müfsitlik manalarına da delalet eder oldu.

 

Ye’cuc = Teus agus kelimelerinden mürekkep (Teagog) muarrebidir: İlahları da özünün garazları yolunda sevketmek havalarına müptela, müstekbir, cebbar, müddei, müfsit demektir.

 

Ta’rip de evvelki cüzleri naht usulüyle terk kılınıp, (demagog), (teagog) kelimeleri  magog agog şekillerine kasr kılındıktan sonra, muarrepleri acuc yacuc macuc olup kaldı.

 

Şu takdirde :

1) Gog da reislik manası gayet vazıh olur.

2) Cuc macuc kelimelerini Ahdi Atik, Ahdi Cedid sahifelerinde müteadid manalarda istimali veçhi açık, malum olur.

3) Kur’anı Kerim Ahdi atik kelimelerini ümmi bir adamın lisanı ile asıllarına iade etmiş olur.

4) Ahdi Atik, Ahdi Cedid enbiyalarını bütün Yahudilerin, bütün Nasaraların asırlarca gafletlerini, delaletlerini Kur’anı Kerim ayeti kerimelerinin acip, güzel “Ya” sı ikamet etmiş, gayet nezahetli, cezil bir lisanla ıslah etmiş olur. Şu taktirde:

 

Ye’cuc Me’cuc kimdir? Ye’cuc Me’cuc yeryüzünde heryerde her millette her vakit bulunur. Buna göre Ye’cucun Me’cucun cinsiyetleri, zamanları, mekanları Kur’anı Kerimde tayin kılınmadı.

 

Bunlar Nuh asırlarında vardılar. Lakin üzerinde kuvvet yoktu, yahut başkalarındaki kuvvet çokluğu cihetiyle istila yolları kapanmıştı. Zulkarneyn asırlarında da vardı, her tarafta bulunurdu. Azçok zayıf kalmış halk üzerine o zamanın müfsit Ye’cuc Me’cucları, müfsitleri, müstekbirleri hucum ederlerdi, istila ederlerdi.

 

Muayyen iki dağ civarında sakin, malum bir memleketin halklarını o vaktin müfsitlerinden saklamak için o halkın talep ettikleri tedbiri muvafık görüp, iki dağın aralarını dağ kadar bir set ile Zulkarneyn kapadı.

 

Burada itibar gözüyle, ihtimam fikriyle mülahaza kılınacak meseleler: 1) İki dağ nerede? 2) Dağ kadar set ne vakit bina kılındı? 3) Ne kadar müddette dağ kadar set binası tamam oldu? Gibi meseleler değildir. Büyük Kur’anı Kerimin büyük kıssalarına göre, zamanın ve mekanın ehemmiyeti yoktur, yahut, azdır. Hatta banilerin de ehemmiyeti azdır. İnsanların büyük facialarını görüp dururken tedbir aramaktan mütegafil müverrihler; dimağları ulumla dolu ise de, kalpleri az çok teessürden boş adamlar öyle meselelerin halleriyle meşgul olabilir.

 

Kur’anı Kerimin maksadına göre itibar kılınacak meseleler:

1)      Memleketlerin biri belaların birine düçar olursa, iane tedbirlerine acele etmek o zaman mevcut kuvvetlerin her birine vazife olur.

2)      Vazife mukabilinde bedel almak velev arz kılınırsa da himmet olmaz.

3)      İnsanların mameleklerini kuvvetlerini yalnız özlerinin zaruretlerine, maslahatlarına sarf etmek meşru olur.

4)      Büyük kuvvet ve vesait kimin elinde toplanırsa halkın zaruretlerine maslahatlarına sarf kılınır.

5)      Devletten, hükümetten maksat halkın maslahatlarını temindir. Hakim hadimdir, özlerinin garazları yolunda halkı istihdam ederse, öyle hükümet cari olur, aksi taktirde devletin fesadına sebep olur. (Halledilecek meseleler şu dört beş mesele gibi meselelerdir.)

 

Son asırlarda da Ye’cuc Me’cuc bulunurdu. Büyük İskender özünün zamanına göre, elbette Ye’cuc olup; kuvvetli askeri elbette Me’cuc idi.

 

Şu gün kuvvei nariyesiyle, kuvvei maliyesiyle bütün yeryüzüne istila etmiş medeni nasraniyet dünyası bütün insanlara nispetle hususen İslam milletlerine nispetle en dehşetli manasiyle Ye’cucdur, Me’cucdur.

 

Eski şirk dinlerinin bütün teognilerini eski paganist putperestlerin bütün putlarını özlerine tamam mal ettikten sonra, özlerinin kuvvei nariye, kuvvei maddiyeleriyle özlerinin kuvvei maliyei aliyeleriyle hem uluhiyet huzurunda kuvvetli istikbal, hem bütün insaniyet üzerinde şiddetli istibdat edici (teogog), (demagog) nasraniyet dünyası yeryüzüne gelebilecek Ye’cucların Me’cucların en mütekamil, en müterakki, en müfsit numuneleridir. Suretul Kehf’de nebi Zulkarneyn lisaniyle “kale haza rahmetun min Rabbi. Feiza cae vadu Rabbi caelehu dekka. Ve kane vadu Rabbi hakkan” (99) Ayeti Kerimesi de, “ve terekna ba’dahum yevme’izin yemucü fi badin. Ve nufiha fissuri fecemanahum cem’an” (100) Ayeti Kerimesi de Suretul Enbiya’da “hatta iza futihat ye’cucu ve me’cucu ve hum min kulli hadebin yensilun” (96) Ayeti Kerimesi de şu günkü kapitalist medeni nasraniyet dünyası hakkında elbette daha ziyade tamam doğru olabilir.

 

Kur’anı Kerim gibi büyük bir kitap da: “kulna ya Zulkarneyni imma en tuazzibe ve imma en tettehize fihim husnen” gibi tahyiri mutlak hitabıyla muhatap olmuş Zulkarneyn, iki dağ kadar büyük bir set bina ettikten sonra da, mağrur olmayıp “haza rahmetun min Rabbi !” demiş ise, böyle söz taçlı melik sözü olamaz, belki Süleymandan daha büyük nebi sözü olur. “Feiza cae vadü Rabbi cealehu dekka. Ve kane vadu Rabbi hakkan” gibi istikbal perdeleri arasında tamamen kayıp gayet büyük haberleri ufak tefek yehud nebileri söyleyemez. Tahyiri mutlak izzetlerine mal olmuş büyük melik, büyük nubuvvet şereflerine vasıl olmuş adil Zulkarneyn gibi simalar – büyük İskender, büyük Daralar arasında aranır ise de bulunamaz. Zulkarneyn lisanından hikaye kılınmış “feiza cae vadu Rabbi cealehu dekka” Ayeti Kerimesinde seddin hedmi Ye’cuclere istinad kılınmayıp, Allah Celle Celalehu Hazretlerine yahut vadine isnad kılınmıştır.Kur’anı Kerimin böyle bir isnadı – Ye’cuc, Me’cuc hakkında şai olmuş vehimleri tamamen hermeder.

 

İhvanussafa 4 üncü ciltte, ulumu namusiyei şer’iye risalelerinden 6 ıncı risalede zahiri manalarından sarf kılınıp batıni manalarına hamledilecek meseleler arasında, seddi Ye’cuc hakkında:

Ve seddü Yecuce Mecuce ve men

Yelhasuhu min zümerin bade zümer

demiş.  İhvanussafa gibi ulum mecmualarına da sirayet etmiş evham uydurmalarını bir defa kabul ettikten sonra, tevil etmek belki bir hüner olabilir; lakin öyle uydurmaları Kur’anı Kerim Ayeti kerimelerine isnat etmek ihvanussafa mecmualarına elbette münasip olmaz. (Büyük gafletten naşi olmuş edebi bir cinayettir.)

 

Zulkarneyn asırlarının Ye’cucu, Me’cucu o zamanın adi istihkamlarını aşmak gibi ufak bir zahmetten aciz idiler ise de, medeniyet asrının da kuvvei nariyesi kuvvei maddiyesi huzurunda öyle redimlerin elbette kararı olamaz.

 

O vakit Allahu Zulcelal hazretlerinin hak vakti hulul eder de kuvvei maddiyei nariyelerine mağrur olup da gaflette kalmış Ye’cuc, Me’cuc – büyük gafletlerinden uyanıp – “yaveylena kat künna fi gafletin min haza. Bel künna zalimin” itirafiyle istikbar gururlarından, istibdat zulümlerinden tövbe edip, yahut aciz kalıp, hak ve hakikat mihraplarında secde ederler, adaleti içtimaiye kanunlarına inkıyat ederler. Medeniyet dünyasının büyük devri başlanır: medeniyetin siyaset-i nefsaniyelerine bedel İslamiyet’in siyaset-i adliye-i ümemiyesi kaim olur!

 

Bizim şu beyanımıza göre, lahuti Yuhannaların müthiş rüyalarında  Eş’ıya, Hızkıyal gibi nebilerin dehşetli nübuvetlerinden bütün medeni milletler istikbalde azat kalır. Büyük medeniyetin nihai dereceleri son gayeleri yahutların mecdine kurban kılınmaz. (Medeni devletlere büyük bir beşaret!).

 

Enbiya Suresinin iptidası: “ikterebe l’innasi hisabühüm ve hüm fi gafletin mu’ridun. Ma ye’tihim min zikri min Rabbihim muhtesin illa estemeuhu ve hum yel’abun. Lahiyeten kulubühüm.” Ayeti Kerimeleri idi. Sure hatimesinde Ye’cuc, Me’cuc fethi beyan kılındıktan sonra, “velekad ketebna fi zeburi min badi zikri ennel’arda  yerisüha ibadiyessalihun.” Ayeti Kerimesi zikir kılınıp büyle bir Ayeti Kerimeden sonra, nebi Muhammed Aleyhissalatu Vesselam  Hazretlerinin umum alemlere rahmet olmak üzere risaleti umumiyesi “kul innema yuha ileyye ennema ilahukum ilahun vahidün. Fehel entümmüslimun.” Ayeti Kerimesinde iki büyük hasırla icmal kılınmıştır.

 

Kur’anı Kerimin acip şu beyanı Ye’cuc, Me’cuc meselesinde benim nazariyemi açık teyid eder. Ye’cuc Me’cuc hakkında yahudların, nasaraların, müslümanların meşhur akidei vehmiyeleri dürüst olsaydı Ye’cuc hadiselerinden sonra risaleti umumiye ehemmiyeti kalmazdı. Kur’anı Kerimin cezil, azim o beyanı, vakti geçmiş, ehemmiyeti bitmiş bir hikaye olurdu.” (1947, II, 532-535)

Bu uzun alıntı, Büyükçınar tarafından dördüncü baskıya alınmamıştır. Biz bunu, sadece Mevlana Muhammed Ali’ye ait yorumların değil, aynı zamanda Musa Carullah’a ait fikirlerin de Büyükçınar tarafından çıkarıldığını, ayrıca Büyükçınar’ın “birkaç sahife” diye nitelediği “çıkarılan sayfa sayısının” gerçek boyutunun görülmesine vesile olur ümidiyle bu uzun dipnota işaret etmek istedik.

Belkide sözkonusu meal-tefsirin üslup bütünlüğü açısından sadeleştirilmesi gereken yegane metni yukarıya aldığımız merhum Musa Carullah’ın mülahazaları iken, bu metni de mealden çıkarıp sadeleştirme harekâtıyla ilgili samimiyetlerine de bizce halel getirmişlerdir.

 

ÖRNEK 15: (24/Nur Suresi, Ayet: 2)

 

“Zâni ve zâniyeye, her birine, yüzer kırbaç vurun, Allah’a ve ahiret gününe inanıyorsanız Allah’a itaat hususunda zani ve zaniyyeye acımayın, Müslümanlardan bir taife de, bu cezanın icrasına şahit olsunlar (1)”

 

“1- İffet, medeni bir cemiyetin en belli başlı fazileti olmak icap eder. Erkek veya kadın için en büyük fazilet budur.  Müslümanlığın en fazla kıymet verdiği faziletlerden biri iffettir. Bununla beraber şunu da kaydetmek lazımdır: Kur’an zina cezası olarak, ölünceye kadar recmden, yani taşlanmaktan bahsetmez. Ancak Hz. Peygamberin fiili hadisi ile sabit olduğuna göre zina eden erkek ve kadın evli iseler, mutlaka recm edilir, yani taşlanarak öldürülür. Cezadan maksadın, işkence değil, fakat terzil olduğu anlaşılıyor.” (1980, 412)

 

“1- İffet, medeni bir cemiyetin en belli başlı fazileti olmak icap eder. Erkek veya kadın için en büyük fazilet budur.  Müslümanlığın en fazla kıymet verdiği faziletlerden biri iffettir. Bununla beraber şunu da kaydetmek lazımdır:

Kur’an zina cezası olarak, ölünceye kadar recimden, yani taşlanmaktan bahsetmez. 4’üncü surenin 25’inci ayeti ise zina cezasının yarı yarıya indirilebileceğini anlatır. Bazı hadislerde recmden bahs olunur. Bunlar sahih olarak kabul olunsa da, bu ayetin nazil olmasından sonra recmin tatbik olduğunu gösteren bir delil yoktur. Bu gibi mücrimlere değnek ile yahut el ile vurduklarını, bunların bağlanmadıklarını ve soyulmadıklarını gösteren hadiseler vardır. Cezadan maksadın, işkence değil, fakat terzil olduğu anlaşılıyor.” (1947, II, 564)     

           

Büyükçınar yukarıda cumhurun görüşünü vermiş olabilir, ancak Ömer Rıza Doğrul’un görüşlerini aktarmadığı açıktır.

 

            Bir ehli sünnet alimi olarak, Razi’ye baktığımızda; Razi’nin recme karşı çıkan Haricilerin görüşlerini hiç olmazsa özetleyerek verdiğini daha sonra bunları eleştirdiğini görürüz. Hariciler, Nisa Suresi 25’inci ayetine dayanarak, evli köle ve cariyenin cezasının hürlere verilen cezanın yarısı olduğunu, oysa recmin yarısının olamayacağını belirterek recme karşı tutumlarını ifade etmeye çalışmışlardır. Ayrıca Kur’an’da zinayla ilgili detaylar verildiği halde (Nur Suresi) recim gibi önemli bir cezanın ihmal edilmiş olduğu düşünülemez diyerek ve Nur Suresindeki celde hükmünün haberi vahit ile tahsis edilemeyeceğini belirterek, recm uygulamasına karşı çıkmışlardır. Razi bunların yukarıda özetlediğimiz görüşlerini verdikten sonra eleştirmiştir (Razi, XVI, 487-488). Dördüncü baskıyı yapanlara Razi’nin tavrını özellikle hatırlatmak istedik, zira bu tutumdan alınacak çok ders var diye düşünüyoruz.

 

            Süleyman Ateş ise kanaatlerini şöyle belirtir:

“Bizim kesin kanaatimiz odur ki Araplarda kısas, el kesme cezaları gibi recm cezası da vardı. Nitekim bu ceza Tevrat’ta da vardır. Kur’an recm cezasını içine almayıp sadece celd (değnekle dövme) cezası getirince, namus ve geleneklerine son derece bağlı olan Araplar arasında sonradan peygamberin, recmi uyguladığına ve bunu uygulamayı buyurduğuna dair rivayetler ortaya atılmış, hatta bunun vaktiyle ayet iken şahit yetersizliği yüzünden Kur’an’a yazılmadığı rivayeti hadis kitaplarına girmiştir. Böylece bu ceza islam hukukuna da girmiştir.

 

Yahut Hz. Ömer, toplumun sınırlarının genişlemesi, devletin bir site devletinden, geniş toprakları kuşatan, çeşitli milletleri yöneten, milyonlarca insanın yaşadığı bir imparatorluk haline gelmesi sonucunda toplumda zina suçunun arttığını görmüş; bu suçun yayılmasını önlemek için Kur’an’ın getirdiği yüz değnek cezasından daha ağır bir ceza getirmeyi, kendi içtihadıyla gerekli görmüştür(...) onun recm cezasını Kur’an’a aykırı görenler olmuş, o da bunun peygamberin sünnetine aykırı olmadığını söylemiştir. Bu onun kendi içtihadı olabilir. Onun uygulaması sonucunda da bu ceza daha sonraki hukuk ekollerince benimsenerek İslam hukukuna mal edilmiştir. Hz. Ömer’in kendi içtihadına dayanarak Kur’an ve sünnette olmayan bazı cezalar koyduğu, veya bazı cezaları ağırlaştırdığı bilinmektedir. Mesela Hz Peygamber ve Ebubekir, şarap içene iki, yahut bir rivayete göre kırk değnek vurmuş iken Hz. Ömer bunu seksen değneğe çıkarmıştır.” ( Ateş, 1990, VI, 101-012).

 

Yine aynı doğrultuda Fazlur Rahman’ın görüşlerini de belirtmek gerekirse:

“Açıkça hem evli iken hem de bekar iken işlenen zinaya -ki ikisi arasında Kur’an bir ayrım gözetmez- Kur’an’ın belirlediği yüz sopa cezası bir tarafa bırakılırsa, hadislere dayanarak hukukta köklü bir değişiklik meydana gelmiştir. Böylece, Hz. Peygamber’e dayandırıldığı iddiasıyla Kur’an’ın cezası bekarlar arasındaki zina ile sınırlı tutulmuş, evli iken zina eden birisi için taşlayarak öldürme cezası getirilmiştir. Hz. Peygamber’in bizzat kendisinin, Kur’an’ın ortaya koyduğu bir hükümde böyle radikal bir değişiklik yapması düşünülemeyeceğine göre, son derece de muhtemeldir ki, bu değişiklik daha sonra halife I. Ömer tarafından yapılmıştır. Zira, onun zamanındadır ki, hızlı fetihler ve cariyeler de dahil, savaş esirlerinin sayısında büyük artış meydana gelmiş, bunun sonucunda da Mekke ve Medine olağanüstü bir cinsel karmaşa hali yaşamıştır.” (Fazlur Rahman, 1997, 178).

 

Ayrıca Kur’an’da sarih olarak belirtilmeyen, ancak Tevrat’ta yer alan bu uygulamanın, Nur Suresindeki ikinci ayetle nesh edildiği (İslamoğlu, 1995, 147) veya söz konusu ayetten önce bu uygulamanın olmuş olabileceğine, fakat bu ayetin hükmünün bekarlara tahsis edilip, ‘recm’in İslam’ın zina için belirlediği evrensel bir ceza olarak benimsenmesinin, bir kısım fukahanın tercihi olduğuna dair (Ö. Özsoy, İ. Güler, 1996, 492) görüşlere de işaret etmek gerekir. 

 

ÖRNEK 16: (27/Neml Suresi, Ayet: 18)

 

“Nihayet Neml vadisine vardılar (3)…”

 

“3- Neml vadisi, karıncaların çok bulunduğu bir yer demektir.” (1980, 437).

 

“3- Neml vadisi, karıncalar deresi demektir. Fakat bunu bu şekilde tercüme etmek doğru olamaz. Tacülarus, (vadi) kelimesinden bahsederken Neml vadisinin Jirbin ile Asklan arasında olduğunu, Nemle’nin, karınca yumurtaları manasındaki Mazin gibi kabile ismi olduğunu anlatır. (Kamus) da da Nemle’nin bir kabile olduğunu tasrih edilir. (kamus), Bark kelimesinden bahsederken Abrika, Nemle’nin sularıdır, der.” (1947, II, 601).

           

Dipnotların farklılığı hakkında fazla söze hacet olmadığı son derece açık olmakla birlikte, meal metnine de bu doğrultuda müdahale yapıldığını belirtmek isteriz. Büyükçınar’ın meali kendi dipnotuyla uyumlu şöyleki:

“Sonunda karıncaların bulunduğu vadiye geldiklerinde bir karınca: Ey karıncalar! dedi, yuvalarınıza giriniz ki, Süleyman ile ordusu farkına varmadan, sizi çiğneyip ezmesinler”

 

Ömer Rıza da kendi dipnotuyla uyumlu olarak ayeti şöyle meallendirmektedir:

“Nihayet Neml vadisine vardılar. Neml kabilesine mensup bir kadın: Ey Neml’liler, dedi, yuvalarınıza giriniz ki Süleyman ile ordusu, farkına varmadan, sizi çiğneyip ezmesinler.”

 

Meal ve dipnotların çok farklı iki anlayışın eseri olduğu apaçık. Yazarlar Ömer Rıza Doğrul’un meal-tefsirinin dördüncü baskısını hazırlama iddiasıyla değil de, kendi meallerini yapmış olsalardı söylenecek bir şey olamazdı. Ancak bu haliyle metnin Ömer Rıza Doğrul’un meal ve tefsirini yansıtmadığı son derece açık. Kaldı ki bu meali verip kendi eleştirilerini de yapabilirlerdi.

 

Üstat Mevdudi yukarıya aldığımız yorumlara yer vererek şiddetle eleştirip, (Mevdudi, 1996, IV, 99-100) devamla; bir karıncanın kendi türünün fertlerini, vukubulacak bir tehlike karşısında uyarmasının, aklen hiçte hayret verici olmadığını, Hz. Süleyman’ın karıncayı nasıl duyduğuna dair bir soruya da; vahiy kelamı gibi çok hafif bir çağrıyı kavrayıp anlayabilen duyular sahibi bir şahıs (Hz. Süleyman) için, karıncanın sesli konuşmasını anlamak hiç de zor olamayacağını belirterek, cevap vermektedir (Mevdudi, 1996, IV, 101).

 

ÖRNEK 17: (27/Neml Suresi, Ayet: 19)

 

“(Süleyman), onun [Neml kabilesine mensup bir kadının (İ.K)] sözünden tebessüm ederek (memnuniyetle) güldü (4)”

 

                        “4- Hazreti Süleyman, karıncaların dilini anladığı için bu sözlere gülmüştü” (1980, 437).

                        Ömer Rıza Doğrulun yukarıdaki meale ilişkin düştüğü dipnotu beşinci ve konuyla ilgili dördüncü dipnotu şöyle:

                        “5- Eskiler burada bahis mevzuu olan “Neml”i karınca olarak telakki eder ve Hazreti Süleyman’ın karınca dilinden anladığını söylerler.”

 

                        “4-  Hazreti Süleyman, anlaşılan Neml kabilesinin silaha sarılmayarak sulhu iltizam etmelerinden, yurtlarına çekilmelerinden memnun olmuş ve onun için gülümsemişti.”

 

 

ÖRNEK 18: (27/Neml Suresi, Ayet: 20-21)

 

“Süleyman kuşları yokladı da: Hüdhüd’ü niçin görmüyorum. Bir yere mi savuşup gitti? dedi (6). Bana apaçık bir mazeretle gelmedikçe onu muhakkak ki en ağır cezaya uğratacağım, yahut öldüreceğim”

 

“6- Burada Hüdhüd Saba Melikesi ile Hz. Süleyman’ın haberleşmede kullandığı kuştur.” (1980, 437).

 

 “6- Buradaki Hüdhüd, çavuşkuşu değil, bir adam adıdır. Arap muharrirleri Himyer hükümdarlarından birinin Hudad namını taşıdığını söylerler. Bu kelime, Hüdhüd’ün hemen hemen tıpkısıdır. Bu da Hazreti Süleyman’ın memurlarından biriyle konuştuğunu sarahaten gösterir. Hazreti Süleyman gibi kudretli, satvetli bir hükümdarın bir kuşu şiddetli cezalara çarptırması, aklın kabul edemeyeceği bir iş olduğu gibi çavuşkuşu gibi bir kuşun tevhid akidesini izah ve ifade etmesine de imkan yoktur.” (1947, II, 601).

           

Burada da dipnotun farklı olduğunu söylemeye gerek yok. Burada yazarlar bu dipnotu verip eleştirmek gibi uğraş isteyen bir iş yapacakları yerde, daha ucuz ve kolay bir yol seçip, hem de Ömer Rıza’nın kanaatlerinin tam da aksi yönünde, dipnotu tamamen tahrif etmeyi yeğlemişler.

Mevdudi ise yukarıdaki yoruma yer verip şiddetle eleştirmekle kalmayıp, bu anlayışta olanları, kendi imansızlığını gizlemek ve münafıkça bir tutum sergilemekle, suçlamaktadır (Mevdudi, 1996, IV, 103-105). Biz inanan insanların yaptıkları samimi yorumlarından dolayı -yorumları hatalı olsa bile- imansızlık ve münafıklıkla itham edilmelerine katılmadığımızı özellikle belirtmek isteriz. Bu doğrultuda imam Ebu Hanife’nin talebesi Ebu Mukatil’in, İmama sorduğu bir soru ve İmamın cevabını hatırlatmakla yetinelim:

“Talebe [Ebu Mukatil]:(...) acaba, sizin kafir olduğunuz hususunda, şahitlik eden bir kimse hakkında, sizin şehadetiniz nedir?

Alim [Ebu Hanife] (r.a): Benim şehadetim, onun yalancı olduğu yönündedir. Bundan dolayı onu, kafir değil, yalancı olarak isimlendiririm.” (Ebu Hanife, 1992, 26).

 

ÖRNEK 19: (34/Sebe’ Suresi, Ayet: 14)

 

“(Süleyman’a) ölümü ferman ettiğimiz zaman onlara Süleyman’ın öldüğünü ancak asasını yiyen ağaç kurdu gösterdi (9). Süleyman’ın cesedi yıkılınca cinler, görünmeyeni bilmiş olsalardı, kendilerini hor ve zelil eden azaba katlanmakta devam etmemeleri lazım geldiğini anlardılar.”

 

“9-Hazreti Süleyman vefat ettiği zaman asasına dayalı olarak ayakta kalmıştı. Kurt asayı yiyip de asa kırılınca Hz. Süleyman yere düştü ve o zaman öldüğü anlaşıldı.” (1980, 492)

 

“9- Hazreti Süleyman’ın asası onun saltanat ve hakimiyetini, asayı yiyen kurt, Süleyman’ın saltanatını parçalayan oğlunun idaresizliğini ve zaafını remzeder. Süleyman’ın halefi Rehoboam sefahat ve zevke dalıp tecrübeli, yaşlı zevatın nasihatlerini dinleyeceğine zevkperest arkadaşlarına uymuştu. Süleyman’ın saltanat asasını yiyen kurt, bu kurttu. Kur’an da buna işaret eder. Kurdun asayı yemesi, Süleyman saltanatının tarumar olması idi. Yine Ayeti Kerimede bahis mevzuu olan cinler, Süleyman’ın teshir ettiği isyankar kabilelelerin mensupları idiler. Bunlar, Süleyman saltanatı parçalanıncaya kadar İsrail oğullarına hizmet etmişlerdi.” (1947, II, 676)  

Görüldüğü gibi, dipnot tamamen tahrif edilerek, okuyucuya ulaşması engellenmiş. Oysa bu dipnot Süleyman Ateş tarafından tefsirine alınarak okuyucuya sunulmuştur. Ateş, Ömer Rıza Doğrul’dan aktardığı bu yorumu olumlu-olumsuz herhangi bir değerlendirme yapmadan tefsirine almıştır (Ateş, 1990, VII, 244).

Razi bu ayeti tefsir ederken, Hz. Süleyman’ın adeti olduğu üzere asasına dayalı olarak ibadet ederken vefat ettiğini, bu hal üzere günlerce hatta aylarca kaldığını belirtir. Allah’ın bu durumu cinlerin bilgisizliğini ve gaybi bilmeyişlerini, hatırlatmak için bir ağaç kurdunun asayı yemesini murad etmesiyle göstermiştir (Razi, XVIII, 331) demektedir. Esed ise bu kıssanın; insan hayatının önemsizliği, doğal güçsüzlüğü ile ihtişamın boşluğu ve geçiciliğini hatırlatan bir mecaz olarak kullanıldığını ifade eder (Esed, 1997, 874).

Öte yandan Mevdudi ise, yukarıdaki ayeti tefsir ederken söz konusu yorumu çağdaş müfessirlere atfen yer vermekle birlikte, şiddetle eleştirmiştir (Mevdudi, 1996, IV, 514).  

Görüldüğü gibi okuyucu söz konusu yorumla bir şekilde karşılaşmıştır. Oysa Büyükçınar, bu ve buna benzer farklı yorumları tahrif edeceğine, okuyucunun takdirine sunup, tahkik ve tenkitlerini ayrıca belirtmiş olsaydı biz de müstefit olurduk.

III- SONUÇ

Yukarıdaki bölümde merhum Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu isimli meal-tefsirinin dördüncü baskısında tespit ettiğimiz tahrifata çeşitli örnekler verilerek kısa bir değerlendirme yapılmıştır. Hangi gerekçeyle olursa olsun esere ve müellifine reva görülen bu gayri ilmi tutumu hiçbir suretle tasvip etmediğimizi tekrar belirtmek isteriz.

Elbette her tefsir bazı zaaflar içerebilir, bu bağlamda tahlil ve tenkide tabi tutulabilir. Bu yazı söz konusu esere reva görülen tahrifata dikkat çekmek amacıyla yazıldığından Ömer Rıza Doğrul’un farklı yorum ve kanaatlerini aktarmak veya bunları tartışmak amacı taşımamaktadır. Bununla birlikte, bazı yorumların okuyucuya bir şekilde ulaştığına işaret etmek için, diğer tefsirlerden de örnekler verilerek; söz konusu tahrifatın hiçbir gerekçeyle izahının mümkün olmadığına işaret edilmek istenmiştir.

Dördüncü baskıda, tahrif dışında ilginç hatalar da var. Mesela adı geçen kitabın sekseninci sayfasında, “istiaze” konusuna gönderme yapmak için verilen Romen rakamını “CCV dikkate alıp, ilgili yere baktığımızda “istiaze” değil, ‘hacc’ konusuyla karşılaşmaktayız. Yazarlar kitaba müdahale yaptıkları için orijinal numaralar (CCV gibi) anlamsız hale gelmiştir-getirtilmiştir. Yazarlar buna bile hassasiyet göstermediklerinden, okuyucuyu bilgilendirmek için konuyla ilgili doğru sayfayı (dördüncü baskı için) “CCLII” olarak biz göstermek istedik (Buna benzer başka bir örnek için bk. dördüncü baskı s. 10). Buna benzer hatalar olmakla birlikte bunlara değinmeye gerek duymadık.

Tahrifatın yukarıya aldığımız dipnotlarla sınırlı olmadığını daha önce belirtmiştik. Okuyucunun sabrını zorlamamak ve yazının sınırlarını aşmamak için diğer tahrifatlara değinmedik. Yazının sonunda tahrif edilmiş dipnotlar ayrıca gösterilmiştir. Ancak dipnotlara çok çeşitli müdahaleler yapıldığı için [bazı dipnotlar tamamen, bazıları kıyısından köşesinden kısmen tahrif edilmiş, bazı dipnotlar tamamen çıkarılmış, bazı dipnotlar Büyükçınar tarafından eklenmiş (ör. Bakara 78-82, Neml 5 gibi) bazı dipnotlar meal metniyle ilgili bir sıkıntı oluşturduğu, bazılarına yazarın kastetmediği yönlendirici ifadeler konarak tahrif edildiği için] dikkatimizden kaçan bazı noktalar olmuş olabileceğinden, nihai bir tablo gibi algılanmamalıdır.

Geçen yarım asırlık zaman diliminde yazılmış meal ve tefsirler içerisinde içerdiği farklı yorumlarıyla (bizce) dikkat çekmesi; tefsir kürsülerimizde tahlil, tahkik, seviyeli- ilmi tenkit, belki de  son devirlerin kültür miraslarından biri olarak takdir edilmesi gerekirken, tam aksi bir tutumla, bu düzeyde tahrif edilen başka bir eser bilmiyoruz.  Yukarıda örneklerinin bir kısmını verdiğimiz, ilmi tutumla telifi mümkün olmayan bu tahrifata karşı, yirmi küsur senelik bir suskunluğu anlamak mümkün değildir. Bu suskunluğu görünce, dördüncü baskıyı yapan yazarları tenkitle birlikte, merhum Ömer Rıza Doğrul’un bazı fikirlerini böyle bir baskıyla da olsa, bize aktarma riskini göze aldıkları için takdir etmek gerekir. Merhum Ömer Rıza Doğrul ve eserine reva görülen ‘haksızlık’ karşısında, bu anlaşılmaz ve tasvip edilemez ‘suskunluk’ sürecekse; kitabı tahrif eden yazarlardan, kitabın aslına sadık kalarak, gerektiğinde kendi tenkitlerini de içeren beşinci bir baskı yapmaları, okuyucuya ve merhum Ömer Rıza Doğrul’a karşı ilmi ve ahlaki bir vefa borcu olduğunu, ‘sıradan bir okuyucu sıfatıyla’  belirtmek durumundayız...

Merhum Ömer Rıza Doğrul’un Tanrı Buyruğu adlı meal-tefsiri ve buna benzer dini, ilmi kültür mirasımıza gereken ciddiyet ve ilmi gayreti göstermemiz temennisiyle...

Son sözü, meal-tefsirinin üçüncü basımını göremeden vefat eden Ömer Rıza Doğrul’un, kitabının ikinci baskısının önsözündeki, son sözleriyle noktalamak istiyoruz:

 

“Üçüncü bir basım ile okurlarımıza yeniden kavuşmak müyesser olmazsa, hepsinden dileğimiz yalnız bir rahmetle anılmak, yalnız bir Fatihanın ihdası ile karşılanmaktır.

Bizden bütün okurlarımıza daimi selamlar ve sonsuz saygılar.”

                                                                      

                        Üsküdar, Sultantepe, 21.6.1947 ÖMER RIZA DOĞRUL

 

 

 

 

 

 

                                                            Yazan: İlhami KARABULUT

ANKARA


 

 

EK: TAHRİF  EDİLEN  DİPNOTLAR *

 

 
 

2-BAKARA, 17, 27, 33, 63, (70, 71), [78, 82], 101, 134, 150,  151, 154, 251, 252

3-ALİ İMRAN, 26, 29, 32, 33, 37, 39, 61

5-MAİDE,  22,  26, 67.

4-NİSA,  1, 3, 22, 23.

6-ENAM,  13, 52, 61, 63.

7-ARAF,  14, 21, 45, 65.  

8-ENFAL,   33, 34.

10-YUNUS,   17, 22.

11-HUD,   17, 27.

13-RAD,  28. 

14-İBRAHİM,  10.

15-HİCR,  10, 11, 20.

17-İSRA,   1, 14, 16, 24, 26.

18-KEHF,    5, 6.

19-MERYEM,   5, 6, 8, 10, 12, 13, 14, 15.

20-TAHA,   6, 8, 9, 10.

21-ENBİYA,  23, 24, 25, 31.

22-HACC,  1,  2, 18, 22.

23-MÜMİNUN,  3.

24-NUR,   1, 14.

27-NEML,  1, 2, 3, (4),  [5],6,10

29-ANKEBUT,  3, 5, 6, 11.

31-LOKMAN,   (2).

32-SECDE,   2.

34-SEBE,   4, 5, 7, 9.

35-FATIR,   (4).

36-YASİN,   4.

37-SAFFAT,   9, 10, (15).

38-SAD,   11, (13), 14.

40-MÜMİN,   2.

41-HA-MİM,  12.

43-ZUHRUF,  15.

46-AHKAF,  2.

47-MUHAMMED,  3.

50-KAF,  (3), 4.

52-TUR,   1, 3.

53-NECM,   (3), (4).

55-RAHMAN,  (4), (5), 6.

67-MÜLK,   (5).

69-HAKKA,  2, 3, (7).

72-CİN,  1, (4). 

73-MÜZEMMİL,   (4).

75-KIYAMET,  1.

76-İNSAN,  5.

78-NEBE’,   2.

79-NAZİAT,  1, (2).

81-TEKVİR,   (4), (5).

82-İNFİTAR,  (1).

84-İNŞİKAK,  (1).  

94-İNŞİRAH, 1..


 

 

* Normal () paranteze alınan numaralar dördüncü baskıda tamamen çıkartılmış dipnotları, []köşeli paranteze alınan numaralar ise dördüncü baskıyı hazırlayanlar tarafından eklenmiş dipnotları, diğer numaralar ise değişik düzeyde tahrif edilmiş dipnotları göstermektedir.

 

Bazı dipnotlar sehven çıkarılmış izlenimi vermektedir. Mesela 69/Hakka suresine ait 7’inci dipnot, bizde öyle bir izlenim uyandırdı. Zira ayetin mealine dipnot numarası işlenmiş, ancak dipnotun yazımı muhtemelen unutulmuştur (dördüncü baskı, 1980, s. 639). Ancak bazıları da bilinçli olarak çıkarılmıştır (72/Cin suresi 4’üncü dipnot gibi).

 

Eklenen ve çıkarılan dipnotların yarattığı karışıklığa değinmek, bazı okuyucuları sıkabilecek bir teferruat olduğu için bunlara değinmedik. Karşılaştırma yapan okuyuculara, eklenen ve çıkarılan dipnotun hangi ayete ait olduğuna dikkat etmelerini önermekle yetinelim...

 

  

KAYNAKÇA*

 

 

Akdemir, Salih, Cumhuriyet Dönemi Kur’an Tercümeleri -eleştirel bir yaklaşım-, Akid Yayıncılık, Ankara, 1989.

Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsiri, I-XII, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1988-1991.

el-Behiy, Muhammed, İnanç ve Amelde Kur’an-i Kavrımlar, (Çev. Ali Turgut), Yöneliş, 2. baskı, İstanbul, 1988.

Carullah, Musa, Hatun, (Çev. Mehmet Görmez), Kitabiyat, Ankara, 1999.

Cündioğlu, Dücane, Söz’ün Özü -Kelam-ı İlahi’nin Tabiatına Dair-, Tibyan Yayınları, İstanbul, 1996.

Çiftçi, Adil, Fazlur Rahman ile İslam’ı Yeniden Düşünmek, Kitabiyat, Ankara, 2000.

Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, (Hazırlayan, A. Muhtar Büyükçınar), İnkılap ve Aka Kitabevleri, 4. baskı, İstanbul, 1980.

Doğrul, Ömer Rıza, Tanrı Buyruğu, I-II, Ahmet Halit Kitabevi, 2. baskı, İstanbul, 1947.

Ebu Hanife, Numan b. Sabit, el-Alim ve’l-Müteallim (İmam-ı Azamın Beş eseri içinde), (Çev. Mustafa Öz), İstanbul, 1992.

Esed, Muhammed, Kur’an Mesajı, (Çev. Cahit Koytak, Ahmet Ertürk), İşaret Yayınları, İstanbul, 1997.

Fazlur Rahman, İslam, (Çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın), Selçuk Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1992.

Fazlur Rahman, İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp -Değişim ve Kimlik-, (Çev. Adnan Bülent baloğlu, Adil çiftçi), Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 1997.

Filibeli, Ahmed Hilmi, İslam Tarihi, I-II, (Sadeleştiren. M. Rahmi), Sağlam Kitabevi, İstanbul, 1979.

Güler, İlhami - Özsoy, Ömer, Konularına Göre Kur’an (Sistematik Fihrist), Fecr Yayınları, Ankara, 1996.

Hamidullah, Muhammed, İslam Peygamberi, I-II, (Çev. Salih Tuğ), İrfan Yayınevi, İstanbul, 1980.

İbn Kesir, Muhtasar Kur’an-ı Kerim Tefsiri, I-V, (Çev. Bekir Karlığa), Çağrı Yayınları, İstanbul, 1990.

İbn-i Hişam, Siret-i İbn-i Hişam -İslam Tarihi-, I-IV, (Çev. Hasan Ege), Kahraman Yayınları, İstanbul, 1985.

İslamoğlu, Mustafa, İsrail Oğulları’ndan Ümmet-i Muhammed’e Yahudileşme Temayülü, Denge Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1995.

Mevdudi, Ebu’l Al’a, Tefhimu’l Kur’an Kur’an’ın Anlamı ve Tefsiri, I-VII, (Çev. Muhammed Han Kayani, Yusuf Karaca, Nazife Şişman, İsmail Bosnalı, Ali Ünal, Hamdi Aktaş), İnsan Yayınları, 2. baskı, İstanbul, 1996.

Olgun, Tahir’ul Mevlevi, Matbuat Alemindeki Hayatım ve İstiklal Mahkemeleri, Nehir   Yayınları, İstanbul, 1991.

Özsoy, Ömer,Dinsel Bir Metin Olarak Kur’an’ın Bazı İfade Özellikleri”, (Bilgi Vakfı, 1. Kur’an Sempozyumu), Ankara, 1994.

er-Razi, Fahruddin, Tefsir-i Kebir (Mefatihu’l-Gayb), I-XXIII, (Çev. Suat Yıldırım, Lütfullah Cebeci, Sadık Kılıç, C. Sadık Doğru), Akçağ, Ankara, 1988-1995.

eş-Şatıbi, Ebu İshak, El-Muvafakat -İslami İlimler Metodolojisi-, (Çev. Mehmet Erdoğan), İz Yayıncılık, İstanbul, 1990-1993.

et-Taberi, Ebu Cafer Muhammed b. Cerir, Tefsiri Taberi, I, (Çev. Kerim Aytekin, Hasan Karakaya), Hisar yayınevi, İstanbul, 1996.

Uzun, Mustafa, “DOĞRUL, Ömer Rıza”, (TDV. İslam Ansiklopedisi), IX, İstanbul, 1994.

Watt, W. Montgomery, Modern Dünyada İslam Vahyi, (Çev. Mehmet S. Aydın), Hülbe Yayınları, Ankara,1982.

Yazır, Elmalı’lı Muhammed Hamdi, I-X, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Neşriyat, İstanbul, 1971.

Zeyveli, Hikmet,Kur’an’ın Aktüel Değeri Üzerine”, (Bilgi Vakfı 1. Kur’an Sempozyumu), Ankara, 1994.

 

* “el” harf-i tarifi alfabetik sırada dikkate alınmamıştır.


Designed by ÖFK
En iyi 1024 x 768 pikselde görüntülenir.