http://www.mustafaislamoglu.com/makaleler.php?Makale_id=697&Kat_id=8
Muhammed Esed ve
Meali (I)
Merhum Muhammed Esed'in meal-tefsiri Türkçe'ye çevrileli hayli zaman
oldu (1996). Özellikle kültür düzeyi yüksek Müslümanlar arasında hayli
revaç buldu. Baskı üzerine baskı yaptı.
Sayı açısından zengin mealler dünyasına, muhteva açısından hayli iddialı
ve farklı bir meal, biraz da şok edici bir biçimde düşüverdi. Esed
çevirisinin çevrildiği dönem, farklı saiklerle Türkiye Müslümanlarının
ilgilerinin "Mushaf'tan Kur'an'a-lafızdan mânâya" doğru yöneldiği bir
zaman dilimine denk geldi.
Herkes gibi bu emek mahsulü çalışmadan, biz Kur'an öğrencileri de
istifade ettik, takdir ettik, tavsiye ettik. Fakat tavsiye ederken,
eleştirdiğimiz ve katılmadığımız noktaları da şifahen beyan etmeyi ihmal
etmedik.
Konu hakkında derinliğine bilgi sahibi olmayan sıradan meal okuru, kimi
zaman bu tavrımızı anlamadı. Takdir ile tenkidin, tavsiye ile temyizin bir
arada bulunamayacağını sandı. Bazıları bizden ille de süpürücü bir tavır
bekledi: Süpürüp almak ya da süpürüp atmak.
Seçmek mi? O zahmetli iş. İsabetliyi isabetsizden ayıran furkân sahibi
mümeyyiz bir akla sahip olamayanlar, her konuda olduğu gibi bu konuda da
analitik değil kategorik yaklaşımı tercih ettiler. Sağda solda Esed meali
hakkında duydukları olumsuz değerlendirmelerden yola çıkarak, gerçekten
takdire şayan bu çalışmayı, "süpürüp atma" kampanyasına destek verdiler.
Eleştiri başka şey, süpürücülük başka şey. Eleştiri, adı üstünde,
elemektir. Eğer yeterli ilim ve liyakatiniz, selim bir aklınız, biri
adalet diğeri itidalden oluşmuş bir çift eliniz, insaf ipinden örülmüş bir
eleğiniz varsa, o eleğe koyar, üretilip bize kadar gelmiş değerleri
elersiniz. Eleğin altına geçen de olacaktır, üstünde kalan da. Eğer bu
şartları haiz olarak yapmışsanız bu elemeyi, üstünde kalana itibar eder,
altında kalana itiraz edersiniz.
Şunu da unutmamak lazımdır ki, kul kusursuz, kul ürünü hatasız olmaz.
Hele bir meal-tefsir çalışmasıysa objeniz, bu durumda kusursuzluk adeta
muhaldir. Çünkü, bir meal hazırlamak, her şeyden önce bir "çeviri"
işlemidir. Çeviri bilimiyle ilgilenenler bilirler, bu alan, en sorunlu
alanlardan biridir. Bir kere, mutlak objektiflikten söz edilemez. Çeviri
sübjektiviteden arındırılamaz. Çünkü çeviri, eni-konu bir yorumdur. Hele
çeviriye konu olan metin, sembolik yönü ağır basan, dünyanın en eliptik
(veciz) metniyse, bu daha da böyledir.
Esed'in meal-tefsiri hakkındaki müsbet-menfi eleştiri notlarımı
yayımlamak, aklımdan geçmedi değil. Fakat ne zaman buna teşebbüs etmişsem,
beni bir şey engelledi. Bu çaplı çalışmaya haksızlık etme korkusu,
sebeplerden sadece biri. Bir diğeri, seçici bir akla sahip olamayan
kişilerin yanlış anlama riski. Üçüncüsü ise, bu işi Türkçe çeviriyle
İngilizce'si arasında çok detaylı ve hassas bir karşılaştırma yapabilecek
kadar iki dilin de binasına vakıf birinin yapmasının daha doğru olacağı
kanaati.
Ama bütün bunlardan öte, Esed'in, her türlü takdirin ötesindeki emek ve
zihni performansı. Bir Ara Dücane Cündioğlu'yla konuşurken söz dönüp
dolaşıp Esed mealine gelmişti. Düşüncemi belirttiğimde, onun da eserin
tenkidi hususunda nihai kaygımı paylaştığına şahit oldum. Evet, verilen
emek mutlaka görülmeli, eleştirilecekse ona göre eleştirilmeliydi.
Sözün burasında şu tesbiti yapmalıyız: bir meal bize, ya da falanca
çizginin veya feşmekanca otoritenin görüşlerine uyup uymadığıyla ele
alınmamalıdır. Eğer bir meal eleştirilecekse, genel geçer ilkelere
ilaveten, şu temel hususlar göz önünde bulundurulmalıdır:
1. Meal-tefsiri hazırlayanın bir usulü var mı?
2. Varsa, koyduğu ya da benimsediği bu usule riayet etmiş mi?
3. Hazırlanan meal-tefsir kendi içerisinde tutarlı mı?
Tabiî bu unsurlar dil bilgisi, tefsir ilmi, Kur'an ilimleri ve
bağlantılı diğer dallardaki liyakat ve ehliyetin üzerine bina edilecek
unsurlardır. Emek ve alın teri ise bunların hepsinin ötesinde bir
unsurdur.
Muhammed Esed'in eleştiriyi anasının ak sütü gibi hak eden bu eseri,
eleştiri açısından bu güne kadar hak ettiği ilgiyi görmüş değil. Oysa ki
eleştiri, ortaya değerli bir ürün koyan her ilim sahibine karşı, ehline
yüklenmiş bir sorumluluktur.
C.Ü. İlahiyat Fakültesi dergisinde 1998'de yayımlanan İsmail Çalışkan'ın
makalesini saymazsak, gördüklerim Suat Yıldırım Hoca'ya ait iki makale
(Zaman, 3 Temmuz 2002; Yeni Ümit, Yaz, 2002) ve bir de meali münasebetiyle
bizimle bir kez görüşen Ahmet Tekin'in bir dergide yayınlanan ve bana
fotokopisi bir okur tarafından ulaştırılan makale.
Popüler bir sûfi çevrenin dergisinde yayınlanan bu sonuncu makaleyi,
maalesef Suat Hocanınkilerle kıyaslamak mümkün değil. Eleştiri sınırlarını
hayli aşıp, Esed'in imanını, Müslümanlığını ve niyetini sorgulama
noktasına kadar varan bu makale hakkında okurlarım ısrarla görüş talebinde
bulundular.
Bütün bu ısrarlar bizi, Muhammed Esed ve meali hakkında birkaç yazı
yazmaya mecbur etti. Olayı kişiselleştirmeyi doğru bulmuyoruz. Hele
polemik konusu yapmayı hiç düşünmüyoruz. Onun için de, Esed'i
eleştirenlerin kişiliği ve kimliklerinden çok, Esed ve mealine yönelik
eleştiriler hakkındaki kanaatlerimizi serdedeceğiz. Zamanı gelince de,
Esed mealiyle ilgili tesbit edebildiğimiz bazı notları okurlarımızla
paylaşacağız.
Muhammed Esed ve Meali (II)
Müfessir Vahidi, Sülemi'nin yazdığı "Hakâiku't-Tefsir" adlı eseri
kastederek der ki: "Eğer o bunun tefsir olduğuna inanıyorsa, kesinlikle
küfre sapmıştır." (İtkan ıv, 195)
Bu, eleştiri tarihimizin aşırı örneklerinden biridir. Fakat, dikkat
ederseniz bu aşırı yorumda bile Vahidi, eleştirisinin merkezine
eleştirdiği "eseri" yerleştirir, yazarının dedesini, ebesini, soyunu,
sopunu değil. Çünkü Vahidi'nin anlayışına göre, tefsir, te'vilden farklı
olarak "dirayet" değil "rivayet" esaslı olmak durumundadır. Yani Vahidi,
bu aşırı yorumunda dahi, kendi zaviyesinden "usule sadık kalmaya" özen
göstermiştir.
Merhum Esed'in meal-tefsiri konusunda son dönemde eleştiri adı altında
yazılıp çizilenler, eleştiri sınırlarını çoktan aşıp karalama kampanyasına
dönüşmüş durumdadır. Çünkü eleştiri "ilmi" olmaktan çıkıp tamamen "hissi"
bir zaviyeye taşınmıştır.
Meal eleştirisi "monografik", yani kitapla ilgili bir uğraştır değil mi?
Oysa ki, Esed meali konusunda yazılıp çizilenler "monografik" olmaktan çok
"biyografik", hatta ondan da öte, "etnografik", yani soybilimle ilgili bir
hal almıştır.
Muhammed Esed, küçükken dini tahsil yaptığı için iyi bildiği, Tevrat'ı
İbranicesinden daha çocuk yaşta okuyup anlayabildiği halde, atalarının
dini yerine Allah'ın dini olan "teslimiyet yolunu" benimsemiş örnek bir
Müslüman.
Onun "Yahudi asıllı oluşunu" yerli yersiz vurgulayanlar, bununla neyi
anlatmak istiyorlar? "Necip bir ırka", "asil bir soya" mensup olmadığını
mı? "Yerli" değil, "yabancı" oluşunu mu? Ata mirasına konarak değil,
yürek, zihin ve alın teri dökerek (sözün gelişi değil, inanmayan Mekke'ye
Giden Yol'u okusun) "Müslüman" oluşunu mu?
Tutun ki birinin birinci kuşak dedesi "kâfir", diğerinin yetmişinci
kuşak dedesi. Bu durum birincinin Allah nezdindeki itibarını düşürür,
ikincinin Allah nezdindeki itibarını artırır mı? Hz. Nuh'un kâfir oğlu,
Hz. İbrahim'in putperest babası, Hz. Lut'un nankör karısı ve kızları,
Firavun'un mü'min karısı, Hz. Peygamber'in müşrik amcası örneklerinin,
Kur'an'daki veriliş amacı nedir?
Bizde bir damar, oldum olası ilim ve alim tercihinde "yerli malı"
kampanyasını kendilerine iş, hatta "mezhep" edinmişlerdir. İlim yerli ve
yabancı diye tasnif edilebilir mi? Elbette edilemez. Âlim de öyle. Vahyin
inşa ettiği bir tasavvur, "bizden-elden" ayrımının zeminine "iman" dışında
bir şeyi nasıl yerleştirir?
Her türlü merdut asabiyetin beslediği bu damar (=asabe=asabiyye),
hayatını imanına şahit kılmış nice Müslüman ilim, fikir, eylem adamları
hakkında sürekli kuşku üretmeyi üstüne vazife bilmiştir. Onların
pirelerini deve yapmaktan çekinmemiştir. Onlar hakkında hep peşin hükümlü
olmuş, eleştirilerinde acımasız davranmıştır. Fakat onları okumamış ve
elinden geldiği kadar okutmamıştır. Mücadelelerini, ilim ve fikir
dünyalarını tanımamış ve tanınmasının önünde de engel olmuştur.
Aynı kampanya şimdilerde merhum Esed'e karşı açılmış bulunmaktadır. Onun
meal-tefsirine yöneltilecek haklı eleştiriler bile, bu "yerli malı"
kampanyasının cephanesi olarak kullanılma riski içermektedir. Şahsen beni
Esed mealinin eleştirisine girişmekten alıkoyan unsurların en başında, bu
endişe gelmekteydi. Bu endişe gözetilmeden yapılacak bir eleştiri ne kadar
"ilme" uygun olursa olsun, "fehme" uygun olmayacaktır.
Fakat, şu türden bir eleştiri, ne ilme ve fehme, ne de insafa ve vicdana
sığar:
"(Esed) adeta kutsal kitapta tahrifat yapmak hastalığına yakalanmış ruh
hastaları gibi davranmaktadır."
"(Onun mealinde) Hem Kur'an'ı hem Tevrat'ı tahrife yönelik anlayışlar
sergilenmektedir"
"(Esed) İslami değerleri yıkmak İslam dışı değerlere imkân tanımak için,
bilerek veya yanılarak Kur'an'ın tahrifinde hayli mesafe kat etmiştir."
"Al-i İmran 85'de "İslam'dan başka bir din" yerine "Allah'a
teslimiyetten başka bir din" demek suretiyle, bu çerçeve içine Yahudi ve
Hıristiyan inançlarını da sokmak istemiştir. Zahirdeki İslami haline
rağmen kalbindeki inancının farkında olduğu anlaşılıyor."
Merhum Esed'in meal-tefsirini eleştirme adına yazılan bir metinden
seçtiğim bu cümleleri ele alıp irdeleyecek değilim. Çünkü bunların
eleştiriyle hiçbir alakası yok.
Yargılayan bu sözler, eseri de, merhum müellifi de konu edinmiyor. Onun
niyetini, inancını, imanını yargılıyor ki, bu suizandan da öte bir şey.
Dolayısıyla bu sözler bir "eleştiri" çerçevesinde değil, adı her neyse,
daha farklı bir çerçevede ele alınıp değerlendirilmelidir. İşbu yazının
konusu da değildir.
Geleneğimizde, eleştiri edebine ve usulüne ilişkin bir ilim (ilm-i
hilaf) ve bu ilme ilişkin bir usul bile vardır. Yine geleneğimizde, en zıt
mezheplere mensup âlimler birbirlerinin en aykırı gördükleri konuları bile
belli bir edep ve nezaket sınırları içinde eleştirirlerdi. Mesela Süyuti,
kendisi için kesinlikle kabul edilemez olan bir konuda Zemahşeri'yi
eleştirirken şöyle der: "Zemahşeri, bu ayet hususunda, nezaketi göz ardı
etme konusundaki genel eğilimine uygun olarak, Allah'ın edebiyle
edeplenmemiştir." (İtkan ııı, 237)
Önümüzdeki yazıda Esed'in şahsından mealine geçerek, onun tefsirdeki
yönteminin akıllı (rasyonel) mı, "akılcı" (rasyonalist) mı olduğu üzerinde
duralım. Tabiî ki, sadece muhaliflerine sorarak değil, bizzat kendisine de
bu konuda neler düşündüğünü sorarak.
Muhammed Esed ve Meali (III)
Esed'i "rasyonalist bir tevile kaymak"la, hatta düpedüz "rasyonalist
olmak"la suçlamadan önce, haksızlık yapmamak için, onun mucize, melek,
cin, şeytan, sihir gibi konularla ilgili ayetlere yaklaşımını üçe ayırmak
gerek:
1. Sahih hiçbir delile dayanmaksızın akıl alanının dışına itilen
ayetleri, ait olduğu alana geri döndürmek:
Buna Bakara 73'ü örnek verebiliriz. Bu ayet, akli alanın dışına taşınan
ayetlerden biridir. Bazılarının sandığı gibi bunu ilk fark eden de Esed
değildir. Reşid Rıza el-Menar'da şu açıklamayı yapar: "Buradaki "darb"
(vurma) konusunda birçok rivayet naklederler. Denilir ki, bu sözcükle
kastedilen ineğin dili ya da budu ya da kuyruğuyla öldürülen kişiye
vurmaktır. Dediler ki: İsrailoğulları ineğin parçasıyla vurdular, maktul
dirildi ve "beni kardeşim, ya da yeğenim falanca veyahut da başka biri
öldürdü" dedi. Ayet, bununla ilgili bir metin bile değilken, nasıl bunca
ayrıntı verir? Daha önce de açıkladığımız gibi, bu olay fail-i meçhul
cinayetleri çözümlemek için uygulanan bir yöntemdir. Buna göre, bir
cinayet suçu işlendiğinde katil tesbit edilemez ve maktul de bir yerleşim
birimine yakın bir yerde bulunursa, oranın halkından kim onların
şeriatlarında tanımlandığı gibi gelir de kurban edilen ineğin üzerinde
elini yıkarsa o cinayeti işlememiştir. Bunu yapmayan kimsenin katil olduğu
ortaya çıkar." (el-Menar, 1/351)
Evet, tefsir ve tevil, "lafız-mânâ-maksat" üçlüsünü birbiriyle
çatıştırmadan "meramı" ortaya koymaktır. Doğrunun bir parçasını görenlerin
tamamını görenleri suçlaması komik bir durum. İsrailoğulları'yla ilgili en
olağan haberleri bile mucizevi bir havaya büründürmek Müslümanlar'ın
üzerine vazife mi, vecibe mi? İsrailiyyat'ın ilk asırlarda tefsir ilmini
nasıl istila ettiği erbabının malumudur. Kaldı ki bu malumat doğrudan
Tevrat'tan değil, tıpkı yukarıdaki ayetin tefsirinde olduğu gibi, Talmut
ve daha tali kaynaklardan bize geçmiştir. Hadi ayetin sonundaki "Allah'ın
ölüyü diriltmesi" ile beş ayet sonraki "kısasta hayat vardır" (2.179) ve
Maide 32'deki "bir insanı dirilten" ibareleri arasındaki bağ fark
edilemedi diyelim. Bari Tevrat'taki bu ayetin ele aldığı konuyu tereddüde
mahal bırakmayacak şekilde açıklayın ilgili bölümü (Tesniye xxı, 1-9)
okunsaydı ya? Bunu ilk tefsir otoritelerinden bekleyemeyiz. Çünkü
Tevrat'ın bilinen ilk Arapça çevirisi çok daha sonraki yüzyıllara aittir.
Ama bugünkülerden beklemek hakkımız değil mi?
Aynı şey "Alçak maymunlar (gibi) olun" (2.65) ibaresine yaklaşımı için
de geçerlidir. Bu ayetteki "maymunlaşma" fiziksel ve bedensel (mesh)
olarak anlaşılmıştır. Bu bir yorumdur ve üstelik sahih bir dayanaktan da
yoksundur. Onun için Mücahid bunu "ruhsal ve ahlaki maymunlaşma" olarak
anlamıştır. Fakat kimse çıkıp da İbn Abbas'ın bu seçkin şakirdini
"rasyonalist" olmakla suçlamamıştır. Peki, en az diğeri kadar, hatta
mutada uygun olduğu için vahyin "öğüt verme" maksadıyla örtüşen bu görüşü
benimseyen niçin suçlanır?
Sihir konusundaki yaklaşımı da öyle (Bkz. 2.102). İslam'ın rasyonel
(rasyonalist değil) damarını temsil eden Mutezile'nin büyük imamları sihre
Esed'den daha dışlayıcı yaklaşmışlardır. Sahi sihrin "etkisini" ve
itibarını savunmak, neden 'akidevi' bir yükümlülük gibi algılanır ki? Bu
konuda yapılacak hiçbir tevil ihtimal dışı değildir. Suçlama vesilesi de
olamaz. Bunu yapanlar, Hanefi imamların bu konuya yaklaşımını da
biliyorlar mı?
2. Her iki alana da ihtimali olan çok anlamlı (zu-vücuh) terim ve
ibareler:
Buna Esed'in yine bir boyutuyla "akli" değil "nakli" olan cin
meselesinde ortaya koyduğu yaklaşım gelir. Geleneksel tefsir, ağırlıklı
olarak "cin" terimine "tek anlamlı" bir terimmiş muamelesi yapar. Bu
yaklaşım tıpkı Kur'an'daki tüm "salat"ların "namaz", tüm "secde"lerin
"namaz secdesi", tüm "fitne"lerin "imtihan", tüm "zikr"lerin "anmak"
manasına geldiğini söylemek kadar yanıltıcıdır. Esed doğru ve yoğun bir
çabayla Kur'an'da "cin" teriminin birden çok anlam taşıdığını iddia etmiş
ve bunu da mealinin sonuna koyduğu "ek"te izah etmiştir. O, müfessirin
mutlaka yapması gereken "istikra yöntemini" esas almıştır. Konuyla ilgili
tüm parçaları alt alta dizerek, bunlar arasındaki farklılık ve
benzerlikleri tesbit ederek, bir sonuca ulaşmaya çaba göstermiştir. Onun
bu yöntemini göz ardı edenler, onun cin, şeytan vs. gibi akıl-üstü
alanlarda "aşırı sübjektif yoruma" (teassufi tefsir) gittiğini,
"rasyonalist" bir tutumla "cinlerin varlığını inkar ettiğini" iddia
etmişlerdir.
Eğer maksadımız doğruyu bulmaksa, bir yazarın bir konuda ne düşündüğü
hakkında kesin hüküm vermemiz için, onun o konuda söylediklerinin tamamına
muttali olmak gibi bir endişemizin olması şarttır. Esed, Buhari şerhi
İslam'ın İlk Yılları'nda, cinlerle ilgili bir hadisin altına düştüğü notta
şöyle der: "Sıradan şüpheci sadece duyularının delaletine dayanmaya ve
günlük deneyimini aşan herhangi bir şeyin varlığını inkar etmeye
fazlasıyla hazırdır." Bunun ardından Batılı bir bilginin "varlığını
sınırlı duyularımızla hissedemeyeceğimiz başka bedenlerin ve görünmeyen
varlıkların mevcudiyeti" konusundaki satırlarını "görünmeyen nesnelere
karşı –sözde- modern tavra" (bu ibare aynen Esed'e ait) karşı bir cevap
olarak nakleder (s. 163).
3. "Makul" olanın değil "menkul/mansus" olanın konusu olan bazı
mucizeleri zorlama yorumlarla, akli olana indirgemek:
Esed'e yapılacak tutarlı bir itiraz, bu alanda yapılmalıdır. Fakirin de,
onun bu alandaki bazı yorumlarına itirazı vardır. Fakat adil olabilmek
için onun mucizeler konusunda akli yaklaşımını, önce üçe ayırmak gerek.
Ama görüyorsunuz ki "yerim dar". Cuma'ya...
Muhammed Esed ve Meali (IV)
Esed'in "akli yorumlarını" üçe ayırmıştık. Bugün, 3. şıkka girenlerin
tasnifini yapalım:
a) Mucizelere, ilahi-kevni yasalara uygun izahlar getirmek: Mesela, Musa
kıssasında geçen "suyun yarılmasıyla" ilgili izahı gibi (2.50; 20.77-78;
26.65-66 ve ilgili notlar). Mucizelerin "asla izah edilemez" oldukları
gibi bir saplantınız yoksa, bu türden izahları kabul de edebilirsiniz, ret
de. Nihayetinde bir yorumdur. Münker olmayan ve usulüne uygun yapılmış
aykırı bir yoruma, sırf önceki yorumlara uymuyor diye karşı çıkmak,
yorumlardan birini "cumhurun" ya da "selefin" gerekçesiyle
"mutlaklaştırmaktır". Bu yaklaşım usule aykırıdır. Tehlikelidir, çünkü
mutlaklaşan yorum nassın yerini alır. Yorum mutlaklaşırsa, nas
mukayyetleşir. Kaldı ki, yorum yorumu nakzetmez.
Çoğunluğun görüşüne aykırı yorum yapmak, tek başına, yorumun
geçersizliğinin delili olamaz. Çoğunluk (cumhur) adı verilen müfessirlerin
bir çoğu, "kendilerinden önceki çoğunluğun" görüşüne aykırı nice yorumun
sahibidir. "Maymunlaşma" konusunda (2.65) Mücahid'in yorumu, "illa ma
zahara minha" (24.31) hakkında Kaffal'in yorumu, Maide 6'daki
"ayaklarınızı da" hakkında Taberi'nin yorumu yüzlerce örnekten sadece
birkaçıdır. İlim tarihimizde "cumhur" sözcüğünün otoritesine sığınılarak
nice yanlış yorumların mutlaklaştırıldığı erbabının malumudur. Bir yorumun
"şaz" olması, tek başına, yanlış olmasını gerektirmez. Bunun en tipik
örneği tefsir tarihinin en özgün isimlerinden olan Ebu Müslim
el-Isfahani'nin yorumlarıdır. Onun "şazzın şazzı" sayılan yorumları, Razi
tarafından çoğu zaman "müreccah görüş" olarak desteklenir. Zaten onun
kayıp olan tefsirine, Razi sayesinde, bu yolla ulaşmış oluruz.
Hepsi bir yana, tefsir tarihinde en aykırı yorum dahi "nakle" değer
bulunmuştur. Kirmani'nin 40.34'teki "Yusuf"un, Hz. Yakub'un oğlu Yusuf
değil, Hz. Yusuf'un torunu Yusuf olduğu görüşü gibi.
b) İki görüşten birini almak: Esed'in, ayın yarılmasıyla ilgili 54.1
ayetiyle ilgili yaklaşımı bunun örneğidir. İki görüşten birini tercih edip
bunu da lafız-mana-maksat üçgeninde cevapladıktan sonra, bize "müfessir
tercihte bulunmuş" demek düşer. Esed'in 3.30-32. ayetlere getirdiği yorum
da bu türdendir.
c) İkna edici nakli ve akli bir delile dayanmaksızın mucizeleri tevil:
Mesela, 3.49'a getirmeye çalıştığı izah ve yine 12.93'e düştüğü Hz.
Yakub'un gözlerinin açılmasına ilişkin pek de ikna edici olmayan, zorlama
notta olduğu gibi.
Fakat çok sınırlı sayıdaki bu örneklere bakıp Esed'e "rasyonalist"
yaftasını yapıştırabilir miyiz? Rasyonalizm, aklı mutlaklaştıran bir
felsefedir. Oysa ki akıl vahye göre varlığı aktif oluşuyla mukayyet bir
araçtır (bağ). Bir müminin bu anlamda "rasyonalist" olması mümkün müdür?
Bu ikna edici olmayan bir iki yoruma dayanarak, Esed'in mucizeleri inkar
ettiği iftirasında bulunabilir miyiz? Özetle o, Kur'an'a "akılcı"
yaklaşmamıştır, "akıllı" yaklaşmıştır. Akli yorumlarının bazısında isabet
edememiştir. Onun rasyonalizm hakkında nasıl mümince bir eleştiri
getirdiğini merak edenler Yolların Ayrılış Noktasında İslam adlı eserine
başvurabilirler. Ben buraya kısa bir bölüm aktarmakla yetineyim:
"Din meselelerinde aklın işlevi, tedbir ve denetim karakteri taşır;
vazifesi, insan zihnine, onun kolayca, yani felsefî tevillere başvurmadan
yüklenebileceklerinin dışında hiçbir şeyin zorla kabul ettirilmemesini
sağlamaktır. İslâm dininde, beşerî duygulara (hevâ ve hevese) hâkim olan
selîm ve önyargıdan uzak bir akla itimat edilmiştir. Fakat bu demek
değildir ki, İslâm'la tanışan her akıl sahibi insan, zarûrî olarak ve
mecbûr imişçesine onun esaslarını kabul eder! İslâmı kabul, her şeyden
önce (manevî) bir istidat, çevre ve nihayet rûhî aydınlanmaya eriş - ya
da, Kur'ân-ı Kerîm'in tâbiriyle, bir hidâyet meselesidir. Sübjektif
önyargılarla donanmış kimselerin dışında, İslâm'da akla aykırı bir şey
bulunduğu iddiasıyla ortaya çıkacak bir tek kimse bulamazsınız. (...)
Aklımız, yaratılış karakteri icâbı, 'küllî oluş' fikrini kavrayamaz. Biz
ancak, her şeyin teferruâtını (nasıl ve nice) anlayabiliyoruz. Fakat
sonsuzu, ebedî ve ezelîyi, hatta hayâtın mahiyetini bilemiyoruz. Mutlak ve
küllî temellere dayanan dînî hükümlere gelince: bunlar konusunda zarûrî
olarak öyle bir rehbere muhtâcız ki, onun aklı maddeye dayalı salt aklî
düşüncenin de, hepimizde bulunan sıradan akletme kabiliyetinin de üstünde
ve ötesinde bir vasıf taşısın! Biz, vahiyle aydınlanan birine - kısaca bir
peygambere muhtacız. Kur'ân'ın Allah (c.c.) kelâmı, Hz. Muhammed'in
(s.a.v.) Allah (c.c.) Rasûlü olduğuna inanıyorsak eğer, her ikisinin
rehberliğine, sadece ahlâkî olarak değil, aynı zamanda zihnî ve aklî
olarak da, kayıtsız şartsız uymak durumundayız. Bu kayıtsız şartsız uyma
hali, aklî melekelerimizi bir tarafa atmamız anlamına gelmez..."
Bu satırları yazan birini "rasyonalizme" nisbet etmek, insafla ne kadar
bağdaşır? "Sünnetli" ve "mezhepli" olmak yerine, geçimini "sünnetçilik" ve
mezhepçilikle" temin edenlerin onu malum ağızla "sünnet düşmanı" ilan
etmelerine ne demeli? En affedilmez olanı da, bu satırların yazarını
'gizli din taşımakla' suçlamaktır ki, bu noktada söz tükeniyor.
Gelecek yazıda, Esed'in "terim" ve "kavramlara" getirdiği farklı
yaklaşımı ele alalım.
KISA BİR NOT: Yüzyılın yüzaklarından Hamidullah Hoca'nın özgün siyeri
İslam Peygamberi'nin hediye olarak verilmesi fikrini alkışlıyorum. Vesile
olanları tebrik ediyorum. Merhum Üstad Hamidullah'a yönelik bir "tekfir"
kampanyası başlatan "İHLAS"lı tekfircileri ve onların küfürbaz yamaklarını
akl-ı selime, insafa ve İslami terbiyeye davet ediyorum. Okuyucularıma da,
bu "fırsatı" kaçırmamalarını tavsiye ediyorum.
Muhammed Esed ve Meali (V)
03/09/2005
Anlam, kaynağından çıkıp hedefine doğru ilerlerken, bazen "yol kazası"
geçirir. Kimi zaman anlam yuvarlandıkça büyüyen bir kar topu gibi
"genişler". Kimi zaman da güneşe maruz kalmış bir kar topu gibi "daralır".
Anlamın hedefe doğru giderken yolda başına her iki kazadan hangisi gelmiş
olursa olsun, bu bir "anlam kayması"dır.
Eğer biz anlamın kabı olan "lafzı", bu kabın muhtevası olan "mânânın"
amacı değil de aracı olarak görüyorsak, bu durumda bize düşen, bu kabın
ilk muhteviyatını orijinal haliyle tesbit etmektir. Zaten tefsir ilminin
üzerinde yükseldiği sütunlardan biri de budur.
Heidegger'in dediği gibi "ağzını açan anlaşılmak ister". Vahiy, "hem
kendi içinde açık ve anlaşılır, hem de dışındaki 'eşyayı' açıklayan ve
anlaşılır kılan" (mubîn) bir mesajdır. Her mesaj bir anlam taşır. Mesaj
sahibinin meramını doğru anlamak, muhatabın ilk görevidir. Hatibi doğru
anlamanın ilk şartı da, onun hitabının orijinal anlamına ulaşmakla olur.
İlahi vahiy insanoğlunun algı seviyesine, beşer dili sayesinde
"indirilmiştir". Kur'an vahyi için bu dil Arapça'dır. Vahiy, aşkın
hakikatleri içkin lafızlardan oluşan Arapça'nın içine yerleştirirken üç
tür tasarrufta bulunmuştur:
1. Cahiliyye Arabı'nın kullandığı bazı kelimelerin içeriğini tamamen
boşaltıp yeniden doldurmuştur: Vahyin ıstılahlaştırdığı "kafir",
"münafık", "hanif", "İslam" ve "takva" kelimeleri ilk elde buna
verilebilecek örneklerdir.
2. Kısmen boşaltıp doldurmuştur: İbn Faris'in de açıkladığı gibi gerçek
birçok anlamlı terim olan "salat" kelimesi, yine "haşyet", "havf", "kalb",
"ruku", "sucud" gibi.
3. Aynen almıştır: Istılah niteliği taşımayan yüzlerce kelime buna örnek
gösterilebilir.
Gelelim Esed'in bu konudaki yaklaşımına.
Esed, bazı Kur'ani ıstılahların içini açarak özgün bir tarz geliştirir.
Mesela "İslam: insanın Allah'a teslim olması", "muslim: kendini Allah'a
teslim eden kişi", "takva: sorumluluk bilinci duyma" (Bu anlamı Esed'e
maletmek hatalıdır. Ondan önce T. İzutsu kullanmıştır, muhtemelen Esed'le
eş zamanlı fakat birbirinden bağımsız olarak Fazlur Rahman da
kullanmıştır), "kafirler: hakikati inkar edenler", "kitab: ilahi kelam",
"ehl-i kitab: geçmiş vahyin izleyicileri", "nefs: insan kişiliği", "ğayb:
insan idrakini aşan olgular", "cihad: üstün çaba göstermek", "zekat:
arındırıcı mali yükümlülük" vb. gibi...
Bunun nedenlerinden biri, mealin İslam'a yabancı bir hedef kitle için
hazırlanmış olmasıdır. İngilizce çevirinin muhatabı tabiatıyla İngilizce
konuşan/bilen dünyadır. Fakat tek sebebi bu mudur? Yedi göbek nesli
Müslüman olan dünyanın böyle bir yönteme ihtiyacı yok mudur? Hatta
İngilizler'den daha fazla ihtiyacı yok mudur?
Bırakınız cahilini, belli bir seviyenin üstündeki birinin tasavvurunda
"İslam" ve "müslim" kelimelerinin karşılığını vahyin ilk muhataplarının
tasavvurundaki karşılıklarla karşılaştırın bakalım? "İslam" günümüz
Müslümanı'nın tasavvurunda "dinlerden bir dinin adı" olarak yer
almaktadır. Oysa Kur'an'da bir "hal/duruş/tarz/tavır/yaşam biçimi" olarak
yer alır ve Hz. Peygamber ve ashabı da bunu böyle anlar. Yine, "dinlerden
bir din olan İslam'a mensubiyet ismi" hüviyetini kazanan "müslim"
Kur'an'da, insanlığın değişmez yüce değerlerine mensubiyetin tüm
zamanlardaki ve mekanlardaki ismidir. Onun içindir ki, Kur'an'a göre Hz.
İbrahim, Hz. Musa, ona inanan sihirbazlar hep "Müslüman'dır".
Bugünün Müslümanı'nın zihnindeki "cihad" kavramı, Kur'an'ın "kıtal"
sözcüğüne indirgenmiştir. "Şehid/şehadet" kavramları, anlam kaymasına
uğramıştır. Kur'anî "nefs" sözcüğü, semantik bir başkalaşım geçirmiştir.
Takva... İslami jargona aşina olanlar "takvalı adam" derken çokluk "zühd"ü
kastederler. Bu insanın "takva"nın Kur'anî anlamını bildiği söylenebilir
mi?
Dahası da var: "Allah ve melekleri nebiye salat ederler" (33.56)
ibaresini "salavat okurlar" diye, "li yetefakkahû"yu "fıkıh tahsil
etsinler" (9.122) diye çevirenler olmamış mıdır? Hangi "fıkıh"? Usulü en
az 150-200 yıl sonra yazılan "fıkıh ilmi" mi? Bunun önüne geçmek için
Esed'in yönteminden başka çıkış yolu mu var?
Zümrevi anlayışlar çerçevesinde kalsa da, Kur'anî terimlerin anlamların
kısmen ya da tamamen kaydırıldığının, kimi zaman sıradan kelimelerin
kavramlaştırıldığının daha garip örnekleri de vardır. Mesela "övülmüş bir
konum" anlamına gelen "makam-ı mahmud" sıfat tamlaması, giderek
ıstılahlaşarak "Mahmud'un Makamı" noktasına gelinmemiş midir? Sıradan bir
zarf olan "ledün" kelimesi "ledün ilmi" gibi Kur'an'ın kastetmediği bir
mahiyete bürünmemiş midir? Yıllardan beri pür Kur'anî bir ıstılah olan
"millet", ait olduğu inanç sisteminin reddettiği bir tavır olan "ırkçı"
veya "ulusçu" zihniyet elinde kirletilmemiş midir?
Aynı kaza hepsi Kur'ânî olan "veli, evliyaullah, kevser, zikr, nesh,
nefsu'l-mutmainne" gibi kelime ve terkiplerin başına da gelmiştir.
Bizce Esed, Kur'anî kavramların tarihsel yolculuk sırasında muhatapların
zihninde nasıl bir anlam kaymasına uğradığını, ömrünün çoğunu aralarında
geçirdiği Müslüman toplumların üzerinde bizzat gözlemlemişti. Bu yönteme
İslam'a yabancı toplumlardan daha çok, kendini İslam'ın ve Kur'an'ın
varisi sayan Müslüman toplumlar muhtaç gibi görünüyor.
Fakat şu elbette söylenir: Esed, bu yöntemi kullandığı her yerde aynı
başarıyı yakalayamamıştır. Bu yöntemin en büyük zaafı da, bağlama göre
anlamı farklılaşan ıstılahtaki bu farklılaşmayı gösterememiş olmasıdır.
Ayrıca, "zekat, sadaka" gibi daha o zamandan ıstılahlaşmış kelimeleri
metinde koruyup dipnot halinde vermesi daha uygun olabilirdi.
Az kaldı. Esed Meali'ne düştüğüm kimi notları sizlerle paylaşıp noktayı
koyacağım.
Muhammed Esed ve Meali (VI)
03/09/2005
Türkçe meallerin bazılarıyla kıyaslandığında, 17 yıllık bir mesainin
ürünü olan Esed Mealinin, çeviriyi "bilim" olarak kabul eden birinin
elinden çıkmış olduğu görülür. Bu çalışma, "Çeviribilim'in imkan ve
zaaflarının farkında olarak nasıl bir Kur'an çevirisi yapılabilir?"
sorusuna verilmiş güzel bir cevap sayılmalıdır.
Unutulmamalıdır ki eldeki Türkçe çeviri, çevirinin çevirisidir. Bu, onun
en büyük zaafı olarak görülebilir. Her ne kadar bu durum "suyunun suyu"
nitelemesiyle bire bir uyuşmasa da, yine de "yorumun yorumu" sayılmak
durumundadır. Çünkü çeviri, imkanlar ne kadar zorlanırsa zorlansın, nihai
tahlilde yine de "yorum içerir". Bu açıdan Esed çevirisi "başarılı"
denmeyi haketmişse, bu Türkçe'ye nisbetle değil kendi diline nisbetledir.
İtalyanların "döndüren dönektir", dolayısıyla "çevirmen haindir" gibi bir
anlama gelen o ünlü sözünü hatırlamak gerek: "Traditore, traditore!"
Esed Mealinin önce artılarını maddeler halinde sıralayalım:
1. Metne sadakatle hem veciz hem de sözlü bir 'hitab' olan Kur'an'ın bu
özellikleri arasındaki dengeyi koruma hususunda azami titizliği
göstermiştir:
Bunun dışında iki şık kalıyordu: Ya "parantezsiz meal" iddiasında olduğu
gibi, metne sadakat adına çeviriyi kekeme ve anlaşılmaz bir üsluba mahkum
etmek, ya da "yaklaşık çeviri" adı altında keyfi ve gelişigüzel bir "metin
üretip" adına "Kur'an'ın anlamı" demek.
Oysa ki vahiy, ilk muhatabına söz olarak iletilmiştir. Dili, konuşma
dilidir. Özellikle bir başka dile çevrildiğinde, eğer onun bu vasfı gözden
ırak tutulursa, üsluptan manaya kadar bir dizi problem ortaya çıkacaktır.
Esed, bir mütercim olarak bunun farkında olduğunu tercümesinde ortaya
koymuştur. Köşeli-köşesiz parantez içi açıklamalarla, söz konusu
problemleri çoğu zaman başarılı bir biçimde aşmıştır. Bunu yaparken metne
sadakatten de taviz vermemiştir. Lafzi anlamları dipnotta vermesi bunun
güzel bir ifadesidir.
2. Notsuz bir Kur'an çevirisinin, noksan bir çeviri olduğunu isbat
etmiştir: Esed, mealini değerli ve özgün kılan notlarında a) Kur'an'ın iç
bütünlüğünü göstererek, parçanın gerçek anlamına ait olduğu bütün
içerisinde ulaşılacağına dikkat çekmiş; b) kısmen de olsa alternatif
kıraat ve anlamlara yer vermiş; c) tercihlerinin dilsel gerekçelerini
göstermiş; d) öznel tercihlerini çok az nokta hariç, İslam ilim geleneğine
referansla kullanmış, buna karşın geleneğin otoritesini istismara
yeltenmemiştir.
3. Verdiği en aykırı ve özgün karşılıkları lafız, mana ve maksat
üçlüsüne dayandırmaya çalışmış ve bunda da genellikle başarılı olmuştur:
Mesela 7.124'teki "min hılafin"e verdiği "dönekliğiniz/muhalefetiniz
yüzünden" anlamı geleneksel yaklaşıma aykırı olmakla birlikte lafzın ve
dilin desteklediği bir anlamdır. Yine 8.65'ya verdiği anlam, anlamın
çatısını etkileyecek kadar özgündür. Herhangi bir referans gösteremediği
böylesi durumlarda dahi dilin sınırları ve imkanları içerisinde kalmıştır.
4. Metnin yananlamlarının içerisinde gizlendiği edatlar üzerinde bir çok
Kur'an müterciminin durmadığı kadar ince bir işçilik sergilemiştir: Bir
çok mütercimin anlama katkısı ve işlevi üzerinde yeterince durmadığı
sıradan gibi görünen edatlar, Esed tarafından titizlikle ait oldukları
bütün içerisine yerleştirilmiş ve bu durum notlarla da
gerekçelendirilmiştir. "Ve" bağlacının anlamları arasında "sekiz"in de
bulunduğunu söyleyenler, onun çok yerinde tesbitle "ev" bağlacına "yani"
anlamını vermesini neden kabul edilemez bulurlar, anlamak gerçekten zor.
5. Anlam kaymasına uğramış kelime, terkip ve deyimler, ideomatik
anlamına dilsel gerekçeleri ve geleneksel referansları gösterilerek
döndürülmüştür: Esed, asli anlamlarından sapmış Kur'ani ıstılahlar için
"yapıçözüm" metodunu yer yer başarıyla uygulamıştır. Terimleşmiş kelime ve
terkiplere getirdiği bu özgün açılımlar üzerinde daha önce durmuştuk.
6. Ayet düzeninde anlamı esas almıştır: Ne ille de her ayeti müstakil
bir paragraf olarak almak gibi yanlış bir yöntemi benimsemiş, ne de
ayetlerin başı ve sonunun birbirinden ayırdedilemediği karma(şık) usulü
benimsemiştir.
Fakat sözün aidiyyet ihtimallerinin birden fazla olduğu yerlerde aynı
titizliği sergileyemediği de bir gerçek. Mesela Yusuf 52 ve 53'e düştüğü
notu daha aykırı konumdaki Şuara 57-58'e düşmemiştir. Oysa bu ayetlerin
içeriğinin Firavun'a olduğu kadar Allah'a atfedilmesi de mümkündür. Yine
aynı suredeki 88-89'un Hz. İbrahim'e de Allah'a da atfedilebilir
niteliğine dikkat çekmemiştir. Aynı durum Furkan 19 ve 29'de olduğu gibi
bir tek ayet içerisinde de vuku bulmuştur. Fakat Esed bunların hiçbirine
not düşmemiştir.
Esed mealinin artıları bunlarla sınırlı değildir. Bunlar sadece ilk elde
göze çarpan hususlar. Böylesine zor ve yorucu bir çalışmanın eksileri de
olacaktır kuşkusuz. Ben bütün bir meali kritik edecek değilim. Fakat,
burada gördüğüm birkaç noktaya dikkat çekmek isterim:
1. Eksik çeviriler.
2. İsabetsiz manalar.
3. Oturmamış karşılıklar.
4. Aşırı yorumlar.
5. Referans problemleri.
Pazartesi
yazımızda bu başlıkların ayrıntılarına ilişkin sınırlı örnekler vererek,
bir gazete köşesine zaten ağır gelen bu mevzua noktalı virgülü koyalım.
Muhammed Esed ve Meali (VII)
03/09/2005
Rivayet olunur ki, İmam Şafi tekemmül ettiğini düşündüğü ünlü kitabı
el-Umm'u hem talebesi hem de akrabası olan el-Müzeni'ye son bir kez
okutmuştur. "Şurayı çiz şöyle yaz, burayı çiz böyle yaz" diye diye
kitabı baştan sona altüst eden İmam, "Artık tamam" dediği her seferinde,
yeni noksan ve kusurlar bulur. Üçüncüsünde takati kesilir ve der ki:
"Bundan böyle Allah'ın kitabı hariç, hiçbir kitaba kusursuz
demeyeceğim."
Bugün elimize kul ürünü hangi kitabı alsak, mutlaka bir yanlış ve noksan
buluruz. Kısmen ya da tamamen katılmadığımız yerler olur. Hele bu kitap
bir "çeviri-yorum" ise, elbet bu daha da fazla olur. Bir meal
eleştirilecekse, yoruma ilişkin boyutundan daha çok, usule ilişkin
boyutuyla eleştirilmelidir. Esasen bir yorumun eleştirisi, bir başka
yorumdur.
Esed Meali, emsalleri içerisinde, bir çok özgün boyutuyla ortaya çıkar.
Kur'an şairi Akif'ten ödünç alarak söylersek "Kur'an'ı asrın idrakine
'söyletme' çabasının" başarılı örneklerindendir. Her özgün çalışma gibi
bu çalışmanın da eleştirilecek yanları, kusur ve noksanları vardır.
Bunlardan sınırlı sayıda örnek vererek bu diziyi noktalayalım:
1.Eksik çeviriler: Esed Meali'nin Türkçe çevirisi,
çevirmenlerinin ve yayıncısının olanca titizliğine rağmen, eksiklikler
içermektedir. "Fein u'tu minha radu" 9.58, "mimmen havlekum" 9.101, "in
ettebiu illa ma yuha ileyye" (46.9) "min hılafin" (26.49), "innehu kane
azabe yevmin azim" (26.189) gibi bir çok ibarenin karşılığı çeviride yer
almamıştır. Mesela bu sonuncusu, İngilizce metinde olduğu halde Türkçe
çeviride yok. Bazen de 2.282, 7.43'teki Allah lafızlarının başına aynı
şey gelmiştir.
2. Yanlış manalar: Buna "fe ahracna bihi nebate külli şey'in fe
ahracna minhu hadıran" (6: 99) ibaresine verilen şu anlam örnek
gösterilebilir: "İşte biz bu yolla her türlü canlı bitkiyi yetiştirdik
ve bundan çimenleri yeşerttik." Tercümede aynı suyla iki ayrı şey (bitki
ve yeşillik) yetiştirildiği vurgulanıyor. Oysa ki metinde, bir bitkinin
tohumdan meyveye giden süreçteki aşamaları sıralanıyor. İkinci cümledeki
"minhu"daki zamir suya değil "şey'in"e gider. Daha sonra gelen
"minhu"daki zamir de bu cümledeki "hadiran"e atıftır ve böylece bitkinin
üç aşaması dile getirilmiş olur. Dolayısıyla, ikinci cümledeki "hadıran"
sözcüğüyle "bitki"den bağımsız bir şey değil, bitkinin çimlenme aşaması
kastedilmektedir.
Yine Esed, En'am 113. ayetin muhtevasını tam tersine yorumlayarak ayetin
bir üstteki "aldanış"a atıf olan zamirlerini, her hangi bir açıklama ve
ikna edici delil sunmadan Allah'a atıf olarak yorumlamıştır. Bu
tasarrufu ne metnin iç yapısı, ne "ikterafe" sözcüğünün kullanım alanı,
ne de bütün bir tefsir geleneği onaylamaktadır.
Araf 127. ayetteki "ve aliheteke" ibaresinin çevirisi "senin
topraklarından" gibi hiç alakasız bir karşılık bulmuş. Kıraat farklılığı
da olmamasına rağmen En'am 72'de "tuhşerun" sözcüğüne "nuhşerun" anlamı
verilmiş. Başka yerlerde de buna benzer yanlışlar var.
3. Oturmamış karşılıklar: Mesela, Ra'd 10'un son cümlesi. Bunun
üzerinde ciddi durulmadığı için 11. ayetin okunuşunda özgün ve isabetli
bir okuma tercih edildiği halde, 10. ayetle arasında bağlantı
sağlanamamıştır.
Alu İmran 11, çeviride şöyle yer alıyor: "Firavun halkının ve onlardan
önce yaşayanların başına gelenlerin aynısı (onların başına da gelecek)"
Esed, bu ayetin muhataplarının akıbetinin de Firavun halkına ve onlardan
öncekilere benzeyeceği yönünde mana vermiş. Oysa ki, burada, akıbet
benzerliğinden önce ve daha çok hal, tavır, davranış ve gidişat
benzerliği dile getirilmektedir. Ayetteki "adet, gelenek" anlamına gelen
"de'b" sözcüğü bu anlamı verdiği gibi, bu cümleden hemen sonra gelen
"mesajlarımızı yalanladılar" cümlesi de bu anlamı pekiştirmektedir.
Nahl 71. ayet tevhid ve şirk bağlamında geldiği halde, bağlamla hiç
alakası olmayan gelir dağılımı ve sosyal adaletle ilgili bir ayet gibi
mana verilmiş ve notlandırılmış.
4. Aşırı yorumlar: Esed bazı ayetlere akli izahlar getireceğim
derken yer yer metnin desteklemediği aşırı yoruma başvurmuştur. Alu
İmran 49 ve Maide 110'a getirdiği yorumlar bunun tipik bir örneğidir.
Aslında serinin önceki yazılarında Esed'in "aklileştirme" uğruna
giriştiği bu çabanın, kimi zaman lafzı ve manayı –ve hatta maksadı-
zorladığına değinmiştik.
5. Referansa ilişkin problemler: Ra'd 11'in farklı çevirisine
referans olarak, Razi'den naklen Ebu Müslim'i göstermiştir. Oysa ki
ayetin bu anlamı, şaz görüş değil, İbn Abbas başta ilk müfessirlerden
destek gören alternatif anlamdır. Taberi, kendisinin de iştirak ettiği
tam beş rivayetle bu anlamı desteklemiş, Zemahşeri alternatif olarak bu
okumayı nakletmiştir. Ayrıca Kurtubi, Beğavi ve diğerleri de bu rivayeti
nakletmişlerdir.
Bu ve buna benzer örneklerden yola çıkarak şunu söyleyebiliriz: Esed,
Mukatil b. Süleyman, Ferra, Ebu Ubeyde gibi, bu alandaki ilk
otoritelerin çalışmalarına muhtemelen ulaşamadığı için doğrudan
yararlanamamıştır.
İster Esed'in kendisinden ister mütercimlerinden kaynaklansın, bu türden
hata ve noksanlar, ne Esed'in iman, ihlas, liyakat ve ehliyetini, ne de
onun Meal-Tefsirinin önemini ortadan kaldırır. Eline Kur'an almamış bir
çok insan bu "çeviri" sayesinde Kur'an'ı anlamanın doyumsuz hazzını
yakalamıştır. İçinde taş var diye pirinç çuvalını çöpe boşaltmak, sadece
kadirbilmezlik değil, aynı zamanda insafsızlıktır.
Designed by ÖFK En iyi 1024 x 768 pikselde görüntülenir. |