Bu âyette geçen «ehlü’z-zikr» yani «bilenler»den maksat, müfessirlere göre, Tevrat ve İncil hakkında doğru ve yeterli bilgisi olan ehl-i kitap alimleridir.
Burada müsriflerden maksat, iman ve hidayete ermek için kendilerine sunulan fırsatları değerlendirmeyen, peygamberleri yalanlamakta ısrar eden kâfirlerdir.
Bu âyet, Allah’ın birliğini gösteren en güçlü delillerden birini ortaya koymaktadır. Bu delil, âlemin nizamıdır. Gerçekten, eğer birden fazla ilâh olsaydı, bunlar ya birbiri ile anlaşır veya anlaşamazlardı. Birbiri ile anlaştıkları, beraberce aynı şeyi yaptıkları, yarattıkları, âleme beraberce nizam verdikleri takdirde, ya biri diğerine muhtaç olurdu ki, muhtaç olan ilâh olamaz; veya yardıma muhtaç olmazdı; bu durumda da diğerlerinin varlığı gereksiz olurdu. Şu halde Allah birdir. Öte yandan, eğer bu ilâhlar birbirleri ile anlaşamazlar, birinin yaptığına, yarattığına diğeri karşı çıkarsa, o zaman da âlemde nizamdan eser kalmaz; âyette de buyurulduğu gibi «Yer ve gök bozulup giderdi.» Halbuki âlemde eşsiz bir nizam mevcuttur. Şu halde Allah vardır ve birdir.
Tabiat ilimlerindeki gelişmeler, bu âyetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Nitekim, bazı ilim adamlarına göre uzaydaki cisimler, vaktiyle bir gaz kütlesi halinde idi. Zamanla, bu gaz kütlesinden küreler halinde parçalar kopmuş ve uzay boşluğuna fırlamıştır. Aynı şekilde, dünyamız da, bir gaz kütlesi olan güneşten kopmuş ve zaman içinde soğuyarak kabuk bağlamıştır. Bu arada, dünyamızdan yükselen gazlar ve buharlar, yoğunlaşarak yağmur şeklinde tekrar dünyaya dökülmüş ve böylece denizler ve okyanuslar meydana gelmiş, suda yosunlaşma ile başlayan canlılar, ilâhî kanunlara göre gelişmiştir. Allah en mükemmel canlı türü olarak da yine içinde suyun bulunduğu özel bir çamurdan insanı yaratmıştır.
«Korunmuş tavan» bir benzetmedir. Dünyayı saran atmosfer ve onun ötesindeki gök cisimleri akıllara hayret verecek bir düzen ve denge içinde yaratılmıştır ve bu düzen korunmaktadır.
Müfessirlere göre, burada, inkârcıların yüz çevirdikleri ifade buyurulan «gök yüzünün âyetleri»nden maksat; her biri, Allah’ın varlığının ve kudretinin birer delili olan ay, güneş ve diğer gök cisimleridir.
Müfessirlerin yorumuna göre âyette, Allah’ın, çevresinden eksilteceğini haber verdiği arazi, müşriklerin o zaman üzerinde yaşadıkları topraklardır. Bu âyet Mekke’de indiğine göre, Allah Teâlâ’nın Resûlüne, müşriklerin yaşadığı toprakların, bir zaman sonra müslümanların eline geçeceğini müjdelemesi, Kur’an’ın bir mucizesidir. Bazı müfessirlere göre ise sûre Mekkî olmakla beraber bu âyet Medine’de nâzil olmuştur. Buna göre meâl: «... çevresinden eksiltmekte olduğumuzu» şeklinde olacaktır. Araziyi eksiltmekten maksat, müşriklerin toprak kaybetmeleridir ki bu da müslümanların fetihleri ile gerçekleşmiştir.
Âyetteki «Furkan» kelimesinin, terim olarak anlamı, hakkı bâtıldan, yani iyi ve doğru olanı, kötü ve yanlış olandan ayıran, bunun için ölçüler getiren şey demektir ki, Kur’an-ı Kerim’de bu kelime, daha ziyade semâvî kitaplar için kullanılmıştır. Nitekim Kur’an’ın bir adı da Furkan’dır.
Tefsirlerde, âyetteki «rüşd» kelimesinin peygamberlik anlamına, yahut Hz. İbrahim’in risâletten önce de sahip olduğu hidayet ve doğruluk manasına geldiği belirtilmiştir.
Tefsirlerde nakledildiğine göre Hz. İbrahim, putları kırdıktan sonra baltayı, sağlam bıraktığı büyük putun boynuna asmıştı. Bir bayram şenliğine giden halk, dönüşte putların kırılmış olduğunu gördüler.
Ayet şu şekilde de anlaşılmıştır: Sonra birbirlerine dönerek «(Putları yalnız ve savunmasız bıraktığımız için) asıl siz zalimsiniz» diyerek birbirlerini suçladılar.
Hz. İbrahim’in kavmi, bu teklifi kabul ederek onu yakmak için büyük bir ateş hazırladılar ve eli kolu bağlı olarak ateşe attılar. İbrahim (a.s.) ise, «Bana Allah’ın sahip çıkması yeter; O, ne güzel bir sahip!» diyerek Allah’a sığınıyordu.
Hz. İbrahim, eşi Sâre ve yeğeni veya amcazâdesi Lût, putperestlerin elinden kurtarılmış, irşadlarını yayacakları bir ülkeye ulaştırılmışlardı.
Müfessirlere göre bu bereketli ülke, Şam ve Filistin yöreleridir. Bu yörelerin cümle âlem için bereketli olması ise, peygamberlerin pek çoğunun oralarda yetişmesi ve dinlerini oralardan yaymalarından ileri gelmektedir.
Müfessir Beyzâvî’ye göre, Hz. Nuh’un kavmi, hem hakkı yalanlamışlar, hem de kötü ve zararlı faaliyetlerde bulunmuşlardı. Bu iki fenalık bir kavimde bulundu mu, Allah mutlaka o kavmi helâk eder.
Tefsirlerde anlatıldığına göre, ekin sahibi ile koyun sürüsü sahipleri arasındaki davada hakimlik yapan Davud ile Süleyman, farklı hükümler vermişler idi. Hz. Davud, tahrip edilen ekinin kıymetinin, koyunların kıymetine denk olduğunu göz önüne alarak, koyunların ekin sahibine tazminat olarak verilmesine hükmetmişti. Oğlu Süleyman ise, şu hükme varmıştı: Ekin tarlası koyun sahiplerine verilmeli, onlar, ziyandan önceki haline gelinceye kadar tarlanın bakımını üslenmelidirler. Koyunlar da tarla sahibine verilmeli, tarlası eski bakımlı haline gelinceye kadar bu koyunların sütünden, yününden ve kuzularından yararlandırılmalıdır. Hz. Davud, oğlunun bu ictihadını beğenerek kendi görüşünden vaz geçmişti.
Kur’an-ı Kerim’in birçok yerinde güneş, ay gece, gündüz, denizler, dağlar gibi tabiî varlık ve olayların insana müsahhar kılındığı, boyun eğdirildiği ifade buyurulur; maksat, bundan, insanların istifadesine sunulduğunu anlatmak ve insanların bunlardan olabildiğince yararlanmasını öğütlemektir. Dağların tesbihi bütün tabiî varlıklar gibi onların da, en ufak bir sapma göstermeksizin ilâhî kanuna boyun eğmeleri veya bizim anlamadığımız bir dil ile Allah’ı anıp tenzih etmeleri şeklinde anlaşılabilir.
Müfessir Beyzâvî’nin naklettiğine göre Hz. Eyyub, varlıklı ve aile efradı geniş bir zat idi. Fakat evinin yıkılması sonucu aile fertlerinin çoğu öldü. Malı mülkü elinden gitti. On yıldan fazla süren ağır bir bedenî hastalığa müptela oldu. Bütün bu felâketlere rağmen, halinden şikâyet eder duruma düşmemek ve takdire rızada sebat etmek için durumunu Cenab-ı Hakk’a arzederek O’ndan sıhhat ve âfiyet istemekten çekiniyordu. Nihayet eşinin ricası üzerine ancak 83. âyette ifade buyurulan sözlerle niyazda bulunmakla yetindi.
Zünnûn, Yunus Peygamber’in lakabıdır ve «balık sahibi» anlamına gelir. Ona bu lakap, kendisini balık yuttuğu için verilmiştir. Yunus (a.s.) uzun bir süre kavmini dine davet etmiş, fakat inandıramayacağına kanaat getirerek öfkeli bir halde, onlara isabet edecek bir musibetten kendisini kurtarmak için onları terkedip gitmişti. Başka bir rivayete göre kavmine, inanmadıkları takdirde bir azaba uğrayacaklarını bildirmiş, ancak onlar tevbe edip imana geldikleri için bu azap tahakkuk etmemişti. Onların imana geldiklerinden habersiz olan Hz. Yunus, belirttiği azabın vaktinde tahakkuk etmediğini görünce kendisinin alay mevzuu olacağını düşünerek kızgın bir halde ayrılıp gitmişti. Bir gemi yolculuğunda, fazla yükten gemi batmak üzere iken, yükünü hafifletmek ve gemiyi kurtarmak için çekilen kur’a sonucu denize atlamak zorunda kaldı. Onu iri bir balık yuttu. İşte bu balığın karnında Allah’a, âyette ifade buyurulan duayı yaptı.
94. âyette iyi davranışlarda bulunan müminlerin çabalarının boşa çıkmayacağı ifade buyuruldu. 95. âyette, inkârcılıkları ve kötü davranışları yüzünden helâk olanların, hayata dönmek veya tevbe etmek imkânından yoksun oldukları için artık iyi davranış ve makbul çabalarda bulunmaktan da mahrum kaldıkları anlatıldı. 96. âyette de, bu insanların mahrumiyetlerinin, bir kıyamet alâmeti olarak gösterilen Ye’cûc ve Me’cûc sedlerinin açılmasına ve onların, her tepeden yeryüzüne yayılmalarına, veya -başka bir yoruma göre- insanların kabirlerinden boşanmalarına kadar süreceğine işaret edildi. 97. âyet ise, inkârcı ve kötü yaşayışlı kimselerin, ancak, vuku bulacağı önceden bildirilen kıyametin gelip çattığını görünce yanlış yolda olduklarını anlayacaklarını, fakat artık kendilerini kınamaktan öte bir şey yapamayacaklarını ifade etmektedir.
Âyette geçen «Zikir»den maksat, -tercihe şâyan görüşe göre- Tevrat’tır. Ancak müfessirler, «Zikir» tabirinin levh-i mahfuz, «Zebur»un ise, Allah tarafından inzal buyurulan bütün kitaplar olabileceğini de belirtmişlerdir.
Kötülerin ve kötülüğün sürekli pâyidâr olamayacağını, iyiliğin asıl, kötülüğün ise ârızî olduğunu, hakimiyetin eninde sonunda iyilerin eline geçmesinin mukadder olduğunu anlatan bu âyet, İslâm dininin dünya hayatı konusundaki iyimserliğini ifade etmektedir.
Müşriklerin anlattığı durum, güya ileride müslümanların uğrayacağı zillet ve mağlûbiyet durumu idi. Onlar, akıllarınca, kısa zamanda müslümanların zayıflayacağını, sonra da İs-lâm’ın büsbütün ortadan kalkacağını savunuyorlardı. Âyetten anlaşıldığı üzere Hz. Peygamber, onların bu temennilerine karşı Allah’ın yardımına güveniyordu. Başka bir yoruma göre, müşriklerin anlattıkları durumdan maksat, onların, Kur’an’ı «sihir, hayal mahsulü, uydurma» gibi vasıflarla nitelemeleridir, işte Hz. Muhammed (s.a.), onların bu bühtanları karşısında Kur’an’ı muzaffer kılmak için Allah’a sığınıyor ve O’nun yardımına güveniyordu.
Designed by ÖFK En iyi 1024 x 768 pikselde görüntülenir.